28 Mayıs 2014 Çarşamba

Dijital Dünya

Eski bir kitapçı iflas ettiğinde, bir yayınevi kepenklerini indirdiğinde, plakçılar çarşısındaki bir müzik yapımcısı işyerini kapattığında sizin de içinizde bir ışık sönüp, gözleriniz hüzünle bulutlanıyor mu? Hayır mı dediniz. Vallahi, benim de çok umurumda olduklarını söyleyemeyeceğim.  Bir Bektaşi fıkrası ile devam edeyim.

Adamın biri, “böyle giderse kıyamet kopacak, dünyanın altı üstüne gelecek” diyerek her şeyi kötüye yoruyor, çevresindeki insanları karamsarlığa itip, canlarını sıkıyormuş. Bu konuşmalardan birisini duyan Bektaşi dayanamayıp cevap vermiş:

- Gelsin imanım demiş, şu dünyanın haline bak, belki altı üstünden iyidir.

Ben de Bektaşi gibi, yayımcılık dünyasının altının, üstünden daha iyi olabileceğini, geleneksel yayımcılıktaki bu tepetaklak gidişin, önümüze yeni özgürlük alanları açabileceğini düşünüyorum. Dünyada müzik, kitap, gazete, film gibi tüm yayımcılık alanlarında çok hızlı bir dönüşüm var. ABD’nin öncülüğünde, dünya yayımcılıkta yeni bir çağa girmek üzere. Bu değişimde, bazı önyargılar ya da doğru sandığımız yanlışlar olabilir. Dilerseniz, öncelikle bu değişimi sayısal olarak inceleyelim.

 (1)

2011’den 2012’ye, ABD’de, tüm alanlarda (müzik, film, kitap, gazete, dergi) dijital yayımcılığın büyüdüğünü görebiliyoruz. Dijital yayımcılığın, 2012 yılı rakamları ile, müzik endüstrisinde, geleneksel yayımcılığı geride bıraktığı görülmekle birlikte diğer alanlarda, bu konuma gelmek için çok uzun değil, belki birkaç yıla daha gereksinim olduğu tahmin edilebilir..

Aşağıdaki grafikte ise, PWC’nin tahminlerine göre, 2017 yılında, e-kitap satışlarının, basılı kitap satışlarını geçmiş olacağı görülüyor.

 (2)

Peki dünyada da durum bu şekilde mi? Aşağıdaki grafikte görüleceği gibi, dünyadaki gelişim de aynı yönde olmakla birlikte, şu an için, diğer ülkeler, müzikte, dijital yayınların ABD’de ulaştığı pazar payına ulaşamamış durumdalar. Sanırım, ülkeler arasındaki açığın da birkaç yılda kapatılabilecek bir fark olduğunu tahmin etmek yanlış olmaz.

 (3)

Bu yazıyı yazdığımda Amazon.com adresinde 2.610.272 e-kitap varken, D&R web sitesinde toplam 10.356 kitap vardı. Türkiye’nin en büyük kitap satıcısının, Amazon'un ancak binde 4'ü kadar e-kitaba sahip olduğunu görmek biraz üzücü, ancak bu durum değişimden kaçabileceğimiz anlamına gelmiyor.  Bu veriler daha çok, ülkemizin yasal olarak bu dönüşüme hazır olmaması ve şirketlerin geniş olduğunu düşündüğümüz ufkunun sandığımızdan çok daha dar olmasından kaynaklanıyor. ‘Sektörün öncüleri’, büyümek için mağaza açmayı, mağaza açmak için de yeni AVM’lerin yapılmasını bekliyorlar.

Türkiye’de büyük yayımcıların dijital yayımcılığa ayak diremeyi sürdürmesi durumunda, uzun vadede, küçük oyuncuların veya yabancı firmaların pazar paylarını büyüterek, yayımcılık sektörünü dijital dönüşüme zorlayacaklarını düşünebiliriz.

TÜİK’in 18.04.2014 tarihinde yayınlanan verilerine göre, 2013 yılında alınan ISBN sayılarına bakıldığında, e-kitap sayısı büyük bir hızla artmasına karşın toplam pazarın % 5’inden daha az. E-kitaplara, web tabanlı yayınlar için alınan ISBN’leri de dahil edersek, oran % 9’a çıkıyor. Ancak aşağıdaki tablodaki en çarpıcı veri 2012, 2013 arasındaki değişim. TÜİK’e göre, yayımlanan tüm materyallerin sayısı 2012 yılından, 2013 yılına kadar % 11,1 artarken, en yüksek artış, % 537 ile e-kitaplarda  gerçekleşmiş. Böylesi bir artışı, dijital yayımcılığın geleceğine ilişkin, önemli bir işaret olarak görebiliriz.

(4)

Bu kadar veriden sonra, yayımcılıktaki dijital dönüşüm ile ilgili önemli gördüğüm yönleri de maddeler halinde aktarmak istiyorum ama öncelikle şunu belirteyim: Dijital dönüşüm, baskı maliyeti, kitabevi kirası, dağıtım giderleri gibi parasal konuların dışında, yazarlar ve müzisyenlerin izleyicilerine ulaşmaları açısından da çok önemli değişiklikler getiriyor ki bu değişim bence diğerlerinden daha önemli. Şimdi bunları maddeler halinde sıralayalım.

  • Bugün, hangi kitabın basılıp, hangisinin basılmayacağına, yayınevlerinin editörleri veya yayın kurulları karar veriyor. Yazarlar veya yazar adayları, ellerinde kitap dosyaları ile bu kişi/kurulların önünde sıraya geçiyor. Genellikle bu dosyalar okunmuyor; okunduğundaysa bir bahane bulunup geri çevriliyor. Yazar adayları, yüzlerine kapanan kapıların sayısını tutmakta zorlanıyor. Aynı şekilde, müzikal birikimlerini tartışabileceğimiz çok sayıda müzik yapımcısı, önlerine gelen projeleri, çeşitli gerekçelerle geri çeviriyorlar. Hem müzik, hem de edebiyat alanında, onlarca yayınevi ve yapım şirketine, farklı projelerle sayısız kere başvurdum. Üniversite dönemindeki müzik topluluğumuz Çekirdek'le, randevu almadan, İMÇ'deki bürosuna, çat kapı girip, anlaşma imzaladığımız, gerçek bir müzik yapımcısı olan İsmail Uzelli’yi saymazsak hepsinden geri çevrildi projelerim. Öyle ki, müzik yapma, öykü yazma isteğim köreldi. Bu yapımcı/editörlerin kibirli davranışları, tepeden bakan tavırları, iş yapmaktansa öğüt verme konusunda birbirleriyle yarışmalarını bir başka yazıda daha ayrıntılı anlatırım belki bir gün. Ancak, sektör, kapısını çalan gençleri can kulağıyla dinleyecek Uzelli gibi bir firmaya bugün sahip değil. Şu anda çalıştığım WePlay’in ise nitelikli projelere ve genç müzisyenlere destek vermeleri nedeniyle, milyonlar kazanmak şöyle dursun ancak yaşamlarını sürdürebildiklerini görüyorum. İşte dijital dönüşümün önemi burada. Dijital yayımcılık, sektörün zabıtaları tarafından geri çevrilen yazar ve müzisyenleri, okurlara ve dinleyicilere ulaştırabilecek. Böylece, satmaz gerekçesiyle duyamadığımız deneysel seslere, farklı öykülere ulaşabileceğiz. Editörlerin yerini gerçek okurlar alacak. Ne okuyacağımıza kendimiz karar verebileceğiz. Belki bir süre sonra, bağımsız editörler ve kapak tasarımcıları ile çalışıp, herhangi bir yayınevine bağlı olmadan, kitaplarını yayımlayabilen çok sayıda bağımsız yazarlar olacak karşımızda. Albümlerini, dijital platformlar üzerinden, kendileri yayımlayan bağımsız müzisyenlerin sayısı giderek artacak.

  • Dijital yayımcılık ile fiyatlar düşecek. Aşağıdaki tabloda, ciltli bir kitap ile aynı kitabın Amazon'da satılan e-kitap versiyonu karşılaştırılıyor ve fiyatların neredeyse yarısına düştüğü görülüyor. Fiyatlardaki düşüşün ana nedeni mağazaların cirodaki payının ve stok, baskı, ulaşım, depolama gibi giderlerin sıfırlanması. Mağazalar, kitap satışından aldıkları bu payı çalışanlarına maaş olarak değil, daha çok kira olarak olarak ödediklerinden üzülecek bir durum da yok. Kabaca hesaplayıp biraz da süslersek, basılı kitabın fiyatından, AVM’lerin ve depoların kirasıyla, matbaa ve nakliye bedellerini düştüğümüzde e-kitap fiyatına ulaştığımızı söyleyebiliriz. Kitabın fiyatı ucuzlayınca % 12–15 ile çalışan yazarın da geliri azalmış oluyor ancak uzun vadede yazarların payının artacağını düşünebiliriz. Elbette, düşen fiyatlardan dolayı, kitap satışları da artacak. Benim görüşüm, bağımsız yazarlar ve müzisyenlerin, kazançtan en büyük payı almaları gerektiği yönünde. 

(5)

  • “Dijital yayımcılık her yıl, kesilen milyonlarca ağaca, çöpe atılan ambalaj malzemelerine, nakliye için yakılan gereksiz mazota ve boş yere harcanan enerjiye bir son verecek” dersek, çok da doğru bir şey söylemiş olmayız. Eğer elimizdeki okuyucu cihazları, yeni modelleriyle değiştirme huyumuzdan vazgeçmezsek, tabletler ve bazı e-kitap okuyucularının karbon salımı konusunda, basılı kitaplardan hiç de geri kalmayacaklarını söyleyebiliriz. Aldığımız bir e-kitap okuyucusunu, az enerji tüketen bir modelden seçip bozulana dek 4, 5 yıl süreyle kullanabilirsek, dijital yayımcılık, gezegenin geleceğine katkı sağlıyor, ancak e-kitapları bilgisayar, tablet veya çok enerji harcayan okuyuculardan okuyup, kısa süreler içinde de eski cihazları atıp, yenilerini alırsak, hem karbon salımı, hem de atık olarak, geleneksel yöntem daha avantajlı olabiliyor. Elbette, teknolojik ilerlemeyle birlikte, dijital yayımcılığın giderek, daha çevre dostu ürünlere sahip olmamızı sağlayacağını da tahmin edebiliriz.

  • Dijital yayımcılık, okur/dinleyicinin zamanına daha saygılı. Hem alışveriş hızı, hem de kitaplıktan aradığın kitabı/müziği bulma, altı çizili bölümlere ulaşma, sözcükle arama, sayfadaki bir sözcüğe, sözlükte bakma, gibi işlemler dijital ortamda çok daha az sürede gerçekleştirilebiliyor.

  • Dijital dünyada, kitap ve müzik için bir kitaplığa ve cd dolabına gerek kalmıyor. Dolayısıyla kişinin, evdeki yaşam alanı artıyor.

  • Dijital yayınlarınızın tümünü, tatilde veya kısa bir yolculukta yanınızda taşıyabiliyorsunuz. Elbette, kumsalda, biranızı yudumlayarak kitabınızı okurken e-kitap okuyucunuzun pili tükenirse, basılı bir kitap özlemi duyabileceğinizi de unutmayın.

  • İmza günlerine de bir çare bulmak gerek. Belki imza günlerinde, okur ile yazarın birlikte çekilmiş bir fotoğrafını, yazara ekran üstünde imzalatıp, dijital olarak, e-kitabın ilk sayfasına aktaracak bir yazılım üretilebilir.

  • Her ne kadar internet üzerinden çeşitli sahtekarlıklar yapılabilse de, uzun vadede gerekli denetim sistemleri kurularak, dijital ortamdaki korsan baskıların engellenmesi sağlanabilir.

Eğer deneysel çalışmalara ulaşmak istiyorsak dijital yayımcılığı desteklememizde yarar var. Satış arttıkça, birim maliyetler düştüğünden, geleneksel baskı yönteminin kara geçebilmesi için çok sayıda ürün satılması gerekiyor. Bu da yayınevlerinin çok satacak kitap/albüm peşinde koşmasına neden oluyor.

Geleneksel yayınevi, örneğin, yirmi bin satacak bir kitap ile ancak istediği oranda bir kazanç sağlayabilecekken, dijital yayımcılıkta iki yüz tane satacak, yüz ayrı kitap ile aynı kazanç sağlanabiliyor. Bu durumda yazar/müzisyen üzerindeki ‘Ya satmazsa?’ baskısı da kalkacağından daha özgür ve deneysel yapıtların önündeki engellerden birisi de kalkmış oluyor.

Müzik konusunda, üyelik karşılığı hizmet veren çok sayıda kanal var. Öyle ki, milyonlarca albüme anında ulaşabiliyorsunuz. Bu durum, az satacağı için raflara giremeyen ya da yenisi çıkınca eski albüm olarak raflardan kaldırılan pek çok kayda ulaşabileceğimiz anlamına geliyor ki, geleneksel müzik yayımcılığı ile karşılaştırıldığında, bu da çok büyük bir özgürlük.

Sonuca gelirsek, pek çok yeni yazar ve müzisyenin önündeki engeli kaldıracağını düşünerek, dijital yayımcılığı yürekten desteklemek gerektiğine inanıyorum. Ancak burada, bilgisayarlar ve tabletler yerine, çok daha az enerji tüketen e-kitap okuyucularını ve müzik oynatıcılarını kullanmamızda yarar var. Ayrıca, alışkanlıklarımızı değiştiriyoruz diye, sürekli olarak bilgisayarlarımızı, e-kitap okuyucularmızı, müzik dinleme aygıtlarımızı değiştirmemize de gerek yok. Bu türden bir tüketim anlayışı dünyaya zarar veriyor. Böylesine bir tüketim anlayışına sahip kişiler, bir zaman gelecek, tıpkı yere tüküren veya denize pislik atan kişiler gibi ayıplanacaklar. Kitaplıktaki bir kitabı eskimiş diye atıp, yerine nasıl yeni baskısını almıyorsak, teknolojik ürünleri de iş görürken, eskidiği gerekçesiyle değiştirmemize gerek yok.  Eğer bunları da başarabilirsek, dijital ortam, dünyayı daha güzel bir hale getirecek.

Kaynakça:
(2) Statista, http://www.statista.com/chart/1159/ebook-sales-to-surpass-printed-book-sales-in-2017/ Erişim Tarihi: 28.05.2014
(4) TÜİK, http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=16120, Erişim Tarihi: 28.05.2014
(5) The New York Times, http://images.huffingtonpost.com/2010-08-06-ebooksvsrealbooks.jpg, Erişim Tarihi: 28.05.2014

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Farklılıklar ve Narsizm

Lise ikinci sınıftaydım. Bir akşam televizyonda, o güne dek dinlediğim hiçbir müziğe benzemeyen bir müzik duydum. Modern Jazz Quartet çalıyormuş. Koşarak telefona gittiğimi anımsıyorum. Bir arkadaşımı arayıp televizyonunu açmasını söyledikten sonra telefonu kapattım. Parça bitince, yeniden aradım arkadaşımı.

- “Gördün mü oğlum, herifler müzik diye saçma sapan sesler çıkarıyor”.

- “Adamlar kafadan atıyor da o mimiklere ne demeli. Televizyonun sesi kapalı olsa, çok iyi çalıyorlar sanırsın”.

Uzun zamandır böyle gülmemiştim. Sonrası çok net değil, bir merak mı dürttü, yeniden mi dinlemek istedim hatırlamıyorum. Tek bildiğim bu olayın üzerinden iki yıl geçtikten sonra, Modern Jazz Quartet’in bulabildiğim albümlerini almış, çoğu ezgilerini ezberlemiş olduğumdu.

Utanıp utanmadığımı değil ama o telefon sahnesini şimdi bile çok net hatırlıyorum. İnsanın kendi bildiklerini bu denli yüceltmesi ve kendi dünyasının dışındakileri, böylesine bir kibirle alaya almasına, hem kendimde, hem de başkalarında çok tanık oldum. Bu kibir, öğrenmenin, anlamanın önündeki en büyük engellerden birisi ve ne yazık ki yalnızca müzikte değil yaşamın pek çok alanında bizi kısıtlıyor.


Kendi yaşam, tarih, müzik, yemek anlayışımızın dışında kalanları nasıl garip karşıladığımızla ilgili birkaç örnek vermek istiyorum. Örnekleri özellikle farklı alanlardan seçtim ki bunun yalnızca müziğe özgü bir davranış olduğu düşünülmesin.

  • Orta Avusturalya’da yaşayan Aborjinler, başkasına ait bir toprağa asla göz dikmezler. Başkalarının topraklarında, başka ruhlar yattığına inanır ve oraya yerleşirlerse çocuklarının ruhlarına yanlış ataların gireceğini düşünürler. Bu nedenle Aborjinler, komşu topraklarına saldırmazlar. Sizce, kendi tarihimizi, devlet anlayışımızı ve fetih tutkumuzu merkeze alarak, Aborjinleri anlayabilir miyiz? Ya da kendi anlayışımızı yücelterek Aborjinlerden bir şey öğrenebilir miyiz? (1)
  • Nil’de yaşayan Dinkalar, bir su aygırını öldürdüklerinde, hayvanın karnını yardıktan sonra, hayvanın içine girip, diz çökerek su aygırının ruhuna seslenirlerdi: “Sevgili ve iyi su aygırı, seni öldürdüğümüz için bizi bağışla. Bunu kötülük için değil, etine gereksinim duyduğumuz için yaptık. Erkek ve kız kardeşlerine öldürüldüğünü sakın söyleme, onlara insanları çok sevdiğini söyle. Biz de seni çok seviyoruz ve etini de severek yiyeceğiz. Eğer öfkeye kapılıp erkek ve kız kardeşlerine buradan gitmelerini öğütlersen bizi aç bırakırsın.” Bugün tüm hayvanların üzerinde bir tanrı gibi dururken, bu seslenişi anlayabilir miyiz?(2)
  • Eski çağlarda, insanlar, ‘sahip olmak’ sözcüğüne gereksinim duymuyorlardı.(3) Emile Benveniste, sahip olmak sözcüğünün, pek çok dile üretim ilişkileri geliştikten sonra girdiğini belirlemiştir. Bugün her şeye sahip olmak isteyen insanlar olarak, eski dillerden bir şey öğrenebilir miyiz sizce? Yoksa, dilin o halini gelişmemiş, o zamanki insanı da ilkel olarak mı adlandırırız.
  • Çatalhöyük'teki kazılarda, ölülerin kimi özel eşyalarıyla birlikte, evlerde, oturulan sedirlerin altına gömüldükleri belirlenmiştir. Hunlarda ve Göktürklerde ise ölülerin atları ile birlikte gömüldüğüne rastlanmıştır. Bugünkü dini anlayışı, gelenekleri ve hayvanları insandan alt bir tür olarak gören düşünce biçimini tek doğru sayarak bu gelenekleri anlayabilir miyiz?
  • Erich Fromm, 20. Yüzyılın başında yazılmış bir aşk mektubunun bugün bize fazla duygusal, abartılı, hatta budalaca geleceğini söylüyor. Aynı şekilde, bugün yazılmış bir mektubu o zamanın insanına okutabilseydik, büyük bir olasılıkla, duygusuz ve soğuk gelecekti. Bugün, elimize yüzyıllık bir aşk mektubu geçse, şu anki iletişim ve yazışma eğilimlerini temel alarak oradaki duyguları anlayabilir miyiz, yoksa bu mektuplara güler miyiz?(4)
  • Ölen ağabeyin karısıyla evlenmek, daha çok Yahudilerde görülen bir gelenek. Bu uygulama eski Türklerde de vardır ve yakın zamana kadar da sürmüştür. Bugün insanlara bu uygulamayı sorsak, bunu neredeyse bir sapkınlığa bağlayan yorumlar görebiliriz. Konuya tarihsellikten uzak, sadece cinsel açıdan bakmaktan kaynaklanan yanlış bir yorumdur bu. Bu uygulamanın ana amacı, kadına sahip çıkmak ve onu başka birisine muhtaç duruma düşürmemektir. Ayrıca kadına verilen bir mehir varsa, bunun da aile dışına çıkması engellenmiş olur. Bugünkü toplumsal ilişkileri, genel ahlakı ve aile yapısını, insanlık tarihinin tek gerçeği gibi kabul edersek, ölen kardeşin eşiyle evlenen kişiyi gerçekten doğru anlayabilir miyiz? 
  • Boşnaklar, Türklerdeki akraba evliliği geleneğinden dolayı, Türkler ile evliliğe pek sıcak bakmazlar. Akraba evliliği, onlar için -en hafif deyişle- kabul edilebilir bir birliktelik değildir. Kuşkusuz bu uygulama, mal varlığının korunması veya kapalı bir toplum anlayışının getirdiği hoş olmayan bir gelenek. Ancak bunun bir aşağı görme biçimine dönüşmesinin nedeni, kendi tercihlerimiz dışındaki her şeyi sapkınca, mantıksız veya gülünç buluyor olmamız değil mi?
  • 7 Ocak 2008 tarihli, bir Hürriyet Gazetesi haberinde, Çinlilerin artık, vahşet izleyerek eğlendiği anlatılıyor. Haberin devamında, canlı hayvanla beslenen aslanlar, dışlayıcı ve gerçek dışı bir dille aktarılıyor: “Çin'de hayvanat bahçeleri, ailelerin, çocuklarına vahşeti öğrettikleri yerler haline geldi. Başkent Pekin'e sadece 100 km. mesafedeki Badaling Hayvanat Bahçesi'nde ziyaretçiler canlı keçi, koyun, oğlak ve tavukları alıp, aç aslanlarla dolu arenaya atıyor. Aslanlar, çocukların gözleri önünde zavallı keçileri paramparça ederken, ortalık kan gölüne dönüyor. Bu korkunç vahşet yaşanırken, ziyaretçiler zevkle bağırıp, alkış tutuyor. Çinliler, bu vahşeti izleyerek eğlendikten sonra, hayvanat bahçesindeki restoranda köpek eti ızgarası yiyip karınlarını doyuruyor.” (5)
Daha çok sayıda örnek verilebilir. Bu sözlerin sonu mutlaka ‘en iyisi bizimki’ türünden bir yere gelir ki, eğer aynı toplumdan insanlarsa söz konusu olan, oradaki herkesin kabul edeceği bir yargıdır bu. Fromm buna ‘grup narsizmi’ adını veriyor. “Bir kimse, bu dünyanın en olağanüstü, en temiz, en akıllı, en çalışkan insanı benim, üstelik herkesten daha kültürlüyüm. Kısacası, ben dünyadaki her canlıdan üstünüm, derse onu dinleyenler ‘bu adam delirmiş’ diye düşüneceklerdir. Oysa aynı şeyi ulusuna yansıtarak, benim halkım dünyanın en güçlü, en kültürlü, en yetenekli, en barışsever halkıdır dese, kimse onun için deli demez.” Aynı şekilde dinsel narsizmin de benzer sonuçlara yol açtığını ve “bizim dinimiz en doğru, en iyi, en güzel dindir” dendiğinde aynı topluluktan kimsenin buna itiraz etmeyeceğini söylüyor. Fromm, gruba yapılan en ufak bir eleştirinin bile grup üyeleri tarafından, kişiliklerine yapılmış bir saldırı olarak görülerek çok sert tepki verilmesinin nedenini de işte bu narsizme bağlıyor. Fromm, narsizmin savaşı körüklediğini ve gerginlik dönemlerinde ülkelerin kendilerini iyi, haklı ve barışçıl, düşmanlarını ise kötü, hain, saldırgan ve zalim olarak görmeye başladıklarını söylüyor. “Birinci Dünya Savaşı öncesinde narsizm konuşuyor, akla ise sadece susmak düşüyordu. İngiliz propagandası, Belçika’da Alman askerlerinin küçük çocukları süngülediklerini yazıyor ve tümüyle yalan olan bu iddiaya bütün batı dünyası inanıyordu. Buna karşılık Almanlar da İngilizler’in sahtekar olduğunu ve esir ticareti yaptıklarını, kendilerinin ise özgürlük ve adalet için savaşan kahramanlar olduklarını savunuyorlardı.”

Toplumlardaki bu narsist yaklaşımların yaygınlaşması, insanların birbirinden soyutlanmaları ve yabancılaşmalarına dayanıyor. Bu durumun, endüstri devrimi sonrası üretimi kutsallaştıran ve insanı bir tür tanrı haline getiren yeni ekonomik sistemin doğal sonucu olduğunu savunan Fromm, “Kendi kazancını diğerlerinin sırtından, onların zararları pahasına çıkarmak üzere kurulmuş bir  ekonomik düzen, insanları da birbirine rakip kılmıştır" diyor. (6)

 (7)

Konu biraz dağıldı ama iyi de oldu. Artık, sokaktaki hayvanları bile, 'neden insanlar gibi davranmıyor' diye eleştiren çocukları, köpeklere korna çalıp sinirlenen sürücüleri, doğaya savaş açan beton bağımlılarını gördükçe, daha da karamsar oluyorum. Başka insanlardan geçtim, başka canlıları bile kendi doğaları içinde anlamaktan uzaklaşıyoruz. Küçük bir kız, böcek yerken gördüğü kedim Lucy’ye ‘iğrençsin’ dediğinde şaşırmıyorum artık. Claude Levi Strauss’un “Dünya, hayatına insansız başladı, hayatını insansız sona erdirecek” sözü artık olumlu bir söz gibi geliyor bana. Gene de konumuza dönelim ki giriş-gelişme-sonuç bölümüne alışmış okurları sonuçtan yoksun bırakmayalım.

Yalnızca kendi müziğimizi ve bize doğru olarak belletilen müzikleri dinleyip, başka ülkelerin müziklerini, başka kültürlerin çalgılarını, müziğe yaklaşımlarını anlayamadan evrensel bir sanatsal anlayışa ulaşmamız olası değil. Nedeni de çok basit, kendi yaptıklarımıza aşık olursak, dışa açılamayız, çünkü başkalarını dinlemeye gerek görmeyiz. Bugün tüm duyargalarını batı kültürüne çevirmiş ve onun dışındaki her tınıyı bayağı, yoz, yanlış bulan anlayış da bu narsist bakışın bir başka türü. Bu grubun tepkileri, kendilerini de dahil ettikleri, ‘çağdaş uygarlık grubu’ narsizminin dışavurumu gibi. Farklı müzikler dinlemek, farklı öyküler okumak, farklı insanlar tanımak için öncelikle farklılıkları anlamakla başlamalıyız işe. Farklı yaşam biçimlerine, farklı çalgılara, farklı müzikler ve farklı kültürlere saygı göstermek durumundayız. Ne yazık ki narsizm duygusu, bu saygı tablosunu paramparça edip yerine kibirli, alaycı bir kendini beğenmişlik resmi asıyor. Ne müziği dinliyorsak, onun dışına çıkamamamızın, Sulukule’den kovulan Romanları, soykırıma uğrayan Ermenileri, evini bırakıp göçen Rumları, ana dilleriyle eğitim almak için direten Kürtleri anlayamamamızın ana nedenlerinden birisi bu: Kendimize ve kendi düşüncelerimize aşık olma duygusu. 

Aynayı ters çevirdiğimizdeyse yine benzer bir manzara ile karşılaşıyoruz. Kendi kültürlerini üstte tutan ve aynada kendilerinin güzelliğine bakmaktan, yanıbaşlarındaki Srebrenitsa Katliamını veya Balkanlardaki Türklere karşı girişilen düşmanca davranışları göremeyen Avrupa ülkeleri. 

Kaynakça:
(1,2) Jung,Carl Gustav (2013), İnsan Ruhuna Yöneliş (İstanbul, Say Yayınları)
(3,4,6) Fromm, Erich (2004), Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları (İstanbul, Arıtan Yayınevi)
(5) Hürriyet Gazetesi, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/7972252.asp, Erişim Tarihi: 22.05.2014
(7) Kızıldağ, Özer (2013), Uzun Boyunlu Kadınlar, Anadolu Fotoğraf Dergisi, http://www.anafot.net/FOTOMAKALE-264-uzun-boylu-kadinlar-ozer-kizildag, Erişim Tarihi: 26.05.2014

Burak Kaya - (Çalakalem)

23 Mayıs 2014 Cuma

Test: İyi Bir Caz Dinleyicisi misiniz?

Size bir test hazırladım. Biraz eğlence olsun, biraz da dinlemenin önemine dikkat çekmek için. Önce aşağıda yer alan videodaki müziği dikkatlice dinleyip sonra da bu müzikle ile ilgili on soruyu yanıtlamanız gerekiyor. Sorulara bakmadan önce, müziği birkaç kez dinleyebilirsiniz ama sorulara geçtikten sonra müziği yeniden dinlememeniz gerekiyor. Yanıtlardaki ‘Evet’ sayınıza göre sonuç ortaya çıkacak.

Acaba diye düşünüp, emin olamadığınız durumlarda, sorudaki ayrıntıyı hissetmiş olmanız, ‘Evet’  yanıtı vermeniz için yeterli.

Müzik gelsin lütfen…

   Malagueña(1)

Jim Hall (1930-2013)






















Sorular :
1-) Aşağıdaki enstrümanları ayırt edebildiniz mi?
Gitar, Nefesliler, Ziller, Piyano, Bas

2-) Parçanın başındaki giriş bölümünden sonra aşama aşama gelişen, ritmik canlanma, heyecan artışı ve coşkudaki yükselişi fark edebildiniz mi?

3-) Parçanın başında ve final bölümünde, diğer enstrümanların hafif, dengeli tarzının yanında zaman zaman davulun sert vuruşlarının yarattığı kontrastı duyabildiniz mi?

4-) Önce gitarın çaldığı, sonra diğer enstrümanların da katıldığı, parçanın ana melodisini fark edebildiniz mi?

5-) Sololardan sonra melodiye geri dönüşleri ve nefeslilerin parlak çıkışlarını fark edebildiniz mi?

6-) Parçanın başından sonuna kadar, zillerdeki kıpırtı ve heyecanı duyabildiniz mi?

7-) Parçanın ana melodisinde ve sololarda iç içe geçmiş İspanyol ve Arap müziği etkilerini fark edebildiniz mi?

8-) Nefeslilerin kendi arasında veya gitar ile yaptıkları soru-cevapları duyabildiniz mi?

9-) Gitarcının solosunda, bazen alışıldık sesler yerine yeni arayışları, gergin sesleri, değişik ritmik yaklaşımları tercih ettiğini fark edebildiniz mi?

10-) Enstrüman sololarda, Bass’ın arka planda ana melodi ve ritmi anımsatan tekrarlarını duyabildiniz mi?

Değerlendirme
  • 0–2 Evet Kulaklığınızı bilgisayar yerine elektrik süpürgesine takmış olabilirsiniz. Yok “kulaklığım da ben de doğru yerdeyim” diyorsanız, müzik dışında hobiler edinmelisiniz. CD satın alırken, en ucuzlarını tercih edin ve unutmayın: Hayat müzikten ibaret değil.
  • 3-5 Evet Ayrıntıların tümünü olmasa da, en azından dinlediğiniz müziği hissedebiliyorsunuz. Kulak, çok hızlı gelişen bir duyu organı. Biraz daha yoğunlaşarak dinlemeyi deneyin, daha çok zevk alacaksınız.
  • 6-7 Evet : Aksini söyleyen olursa, hiç kulak asmayın, siz iyi bir caz dinleyicisisiniz. Ayrıntıları duyan, değişimleri algılayan sağlam bir kulağınız var. Farklı dallarda, müziğin iyi örneklerini dinleyerek bu yeteneğinizi daha da geliştirebilirsiniz.
  • 8-10 Evet Çok iyi bir dinleyicisiniz, günümüz müzik ortamında, iyi bir müzisyenden bile daha değerlisiniz. Nüanslarla ilgilenmekten, ayrıntıları kovalamaktan, iyi müzikler dinlemekten asla vazgeçmeyin. Caz, klasik, etnik müzikler, hepsinde farklı güzellikler duyabilecek gelişmiş bir kulağa sahipsiniz. Çeşitlilik zenginliktir, unutmayın ve lütfen kulağınızı geriletecek yoz müziklerle, yeteneklerinizi köreltmeyin.
  • 11-12 Evet Başarmak sizin için çok önemli, arkada kalmaksa size göre değil. Hem yakışıklı hem de güzelsiniz ama yazık, dünyalarımız farklı. Plaza asansörlerinde çalan müzikleri dinlemeye devam. Bir, iki, üç deyince. Çok iyi davranın kendinize. 

 Kaynakça:
(1) Hall, Jim (1992), Malagueña (Youkali), CTI

20 Mayıs 2014 Salı

Okullarda Caz Dersi

Bugünkü yazımda, ilköğretim ve lisede seçmeli ders olarak okutulabilecek caz müziği dersi ile ilgili önerilerde bulunmak istiyorum. Bu yazıların bir sonu gelecek mi diye merak edenler için müjdeleyim, bu, eğitimle ilgili -şimdilik- son yazım. Böylesine önemli bir konuda, önerilerde bulunurken, eğitim sistemimizin de beni yüreklendirdiğini söylemeliyim. Nasıl olduğunu, bir fıkrayla anlatayım:

Bektaşi'nin önüne iki kadeh şarap koymuşlar:

- Erenler, bak bakalım, hangisi iyi, hangisi kötü.

Bektaşi birinci kadehten bir yudum alıp, diğer kadehteki şarabı göstermiş :

- Bu daha iyi.

“Nasıl olur?” demişler, “Daha onun tadına bakmadın ki.”

-“Bakmaya gerek yok"  demiş Bektaşi “bu içtiğimden daha kötü olamaz.”

Ben de böyle düşünüyorum işte. Benim veya bir başkasının önereceği hiçbir sistem, şu anki eğitim sisteminden daha kötü olamaz. O yüzden eğitim konusunda hepimiz rahatça atıp tutabiliriz. İtiraz eden olursa, ‘Şimdiki sistem daha mı iyi yani?’ dediğiniz anda karşı taraf sessizliğe gömülecek ve siz atınızı koşturmaya devam edebileceksiniz.

 Thelonious Monk Institute of Jazz(1)

Benim düşündüğüm iki farklı Caz Müziği dersi var. Bunlardan birincisi, dinleme ve araştırma ağırlıklı bir sanat dersi, diğeri ise performans ağırlıklı bir çalgı dersi. İkisinin ortak noktası, dersin en az yarısının, müzik dinleme odalarında, caz müziğinin yerli-yabancı örneklerini dinleyerek işlenecek olması.

Birinci dersi caz müziğinin tarih ve gelişimini de içeren bir kültür-sanat dersi gibi düşünebilirsiniz. Bu dersin dinleme kısmı, tarihsel gelişime uygun biçimde blues, ragtime örneklerinden başlayıp bugünkü caz müziği formlarına kadar gelen yüzyıllık geniş bir repertuvara sahip olacak. Benim bu yazıda, asıl üzerinde durmak istediğim ders ise çalgı eğitimini içeren caz dersi.

Bu dersin başarılı olabilmesi için tek koşul, cazdaki yaratıcılığın ve etkileşimin derse yansıtılabilmesi.

Caz müziğinin dört temel öğesi var :
1- Ritm
2- Melodi 
3- Armoni
4- Doğaçlama

Bu dört öğe, birbiri ile iç içe geçmiş bir üst yapıyı oluşturuyor. Caz dinleyicisinde heyecan yaratan şey ise her öğenin birbirini etkileyerek, değiştirerek yeniden yaratılmasını sağlayan, öğeler arasındaki etkileşim.

Biraz somutlayabilmemiz için, hatalı bir kurgulama ile her çalgının bir öğeyi simgelediği, dört kişilik bir topluluk düşünelim :

Davul: Ritm
Trompet: Melodi
Piyano: Armoni
Tenor Saksafon: Doğaçlama

Buradaki dört müzisyen, birbirlerini dinleyerek çalacağından, herhangi birinin değişmesi tüm etkileşimi, yani diğer çalgılarla birlikte tüm parçayı değiştirecek. Örneğin, davulun tavrındaki coşku artışı, trompetin tonunu, her ikisindeki değişim, piyanodaki kıvraklığı, üçünün ortak heyecanı ise tenor saksafondan dinleyeceğimiz doğaçlamanın tüm seyrini değiştirecek.

Dinleyici bu etkileşimi hemen hisseder. Davulun ritmik aksamalarına piyano eşliği katılır, trompetin ezgisindeki soruyu, tenor saksafon yanıtlar. Sahnede, bir anda kendiliğinden olmuş gibi ortaya çıkan bu etkileşim, müzisyenlerin mimiklerine bile yansır.

Caz eğitimi, işte bu etkileşimi aramalıdır.

Bu arada, verdiğim örnekteki basite indirgemenin yanlış algılanmaması için, yukarıdaki öğelerin bir çalgı ile ilişkilendirilmesinin yanlış bir model olduğunu yeniden hatırlatmakta yarar var. Aslında sahnede çok daha karmaşık bir etkileşim var. Örneğin, piyano yukarıdaki öğelerin tümünü içeriyor. Aynı şekilde kontrbas da hem ritm, hem melodi, hem armoni, hem de doğaçlama öğelerini kullanıyor. Dolayısıyla, ritm grubunun armonik yapıdaki sınırlı etkisini dışarıda bırakırsak, her çalgının bu öğeleri kullanarak sahnedeki müziğe katkı sağladığını söyleyebiliriz.

Ben, gitar eğitiminde bu etkileşimi sağlamak için öğrencileri cesaretlendiriyorum. Çalarken birbirlerini dinleyip dinlemediklerini sorguluyorum. Bazen belli bir bölümü gözlerimiz kapalı çalıyoruz. Bazen bir parçayı çalıp, sonra yerlerimizi değiştirerek yeniden çalıyoruz. Melodileri bir söyleşi gibi planlıyoruz. Bir gitar soruyor, diğer gitar yanıtlıyor, sonra tam tersini yapıyoruz. Roller alıyoruz. Örneğin ben aksi öğretmen oluyorum, diğer gitar, yaramaz öğrenci oluyor, rolümüze uygun çalmaya çalışıyoruz. Kuşkusuz, her öğretmen bu etkileşimi farklı yöntemlerle öğrenciye aktaracaktır. Benim aklıma gelmeyen, çok daha iyi yöntemler olduğuna eminim.

Caz eğitiminin vazgeçilmez bir öğesi de doğaçlama. Doğaçlama pek çok dinleyici tarafından, içinden geldiği gibi çalmak diye düşünülse de, sanıldığından biraz daha teknik bir altyapı gerektiriyor. Ya da sanıldığından biraz daha az  ilham perileriyle ilgili bir konu da diyebiliriz. Doğaçlamanın temelinde, parçanın ritmik yapısı, akor değişimleri ve melodisi var. Çalarken bu öğeleri izlemek, ritmik yapıyı esnetmek, zaman zaman melodiden ayrılıp geri dönmek elbette ustalık gerektiriyor. Ama en azından, bir doğaçlama bölümünde, parçanın akor değişimlerini duyabilmek isteriz ancak eğitim sırasında böyle bir koşul yok. Temel yanlışlardan birisi, doğaçlama çalışmayı, belli yetkinliklerin sonrasına ertelemek. Önce akorları çalayım, dizileri öğreneyim, biraz standart çalayım, sonra doğaçlamaya bakarım demek, doğaçlama becerisini kısırlaştıran hatalı bir tutum içine girmek anlamına geliyor. Bir çalgıyı yeni öğrenmeye başlayan kişinin, hakkıyla doğaçlama yapamaması son derece doğal. Ancak diğerlerini de  eksik yapmamıza karşın, deneyerek, yanılarak bu becerilerimizi geliştirirken, doğaçlamayı neden geliştirmeyelim?

Öğrencilerimden ilk kez doğaçlama yapmalarını istediğimde, utandıklarına, çekindiklerine tanık oluyorum. Hepsi, çalacakları şeyin değersiz ve gülünç olacağından neredeyse eminler. Oysa çaldıkları zaman, dinleyicilerden düşündükleri gibi bir tepki almıyorlar. Eğitim sistemimiz ne yazık ki bizi korkutuyor. Başkasının yazdığı bir şiiri bağırarak okuyabiliyoruz ancak kendi yazdığımız şiiri okurken sesimiz kısılıyor. Bazı öğrencilerim, doğaçlama çal dediğimde, ‘Ne çalayım?’ diye yanıt veriyorlar. ‘İçimden geldiği gibi çalayım, kabul ama, ne gelsin benim içimden, lütfen söyler misin?’ demek gibi biraz. Bu da eğitim sistemimizin başka bir sorunu. Öğretmenin söylediği gibi çalmak, kendi düşündüğün gibi çalmaktan daha az riskli. Caz eğitiminin olmazsa olmazı, doğaçlama ve yaratıcılık. Tüm diğer becerilerimiz gibi, çalıştıkça, denedikçe bu yeteneklerimiz de gelişiyor. Bazen öğrenciler, doğaçlama sırasında o kadar güzel cümleler kuruyorlar ki kendileri bile inanamıyorlar. Bazen de işler ters gidiyor. Tıpkı yaşam gibi.

Ben, çalgı öğreniminde, ilk haftalardan itibaren, öğrencinin doğaçlama denemelerine başlaması gerektiğini düşünüyorum. Bu çalışma, bazen tek bir nota üzerinde, ritmik varyasyonlar ile olabilir, bazen iki nota ile olabilir. Daha sonraları, örneğin, eşlik, bir döngü biçiminde dört ölçü Dm7, dört ölçü C9 çalarken, doğaçlama yapan gitar, önce beşinci pozisyonda, la, re ve sol tellerinde iki parmakla D-E-G-A-C-D notaları üzerinde dört ölçü, daha sonra iki perde geri gelerek, üçüncü pozisyonda C-D-F-G-Bb-C notaları üzerinde dört ölçü doğaçlama yapıyor. İlerleyen haftalarda pentatonik diziler, blues dizileri ile öğrencinin zihnindeki doğaçlama kitaplığı giderek büyüyor. 'Daha bir parçayı doğru düzgün çalamadan, bir de doğaçlama mı yapacak?', 'Daha kendi çaldığını duyamıyor, bir de başkalarını mı dinleyip yorumlayacak?' gibi tepkiler, bizim eğitim sistemimize çok uygun ancak caz müziğine aykırı yaklaşımlar.

Burada vurgulamak istediğim konuyu yineleyerek yazımı bitireyim. Bugünkü eğitim sistemimizin temeli, nedenini çözemediğim bir şekilde, rekabet ve ezberciliğe dayanıyor. Dayanışma ve yaratıcılık kavramları ise dışlanmış durumda. Caz müziğinin temelinde ise bizim dışladığımız bu iki kavram var. Birbirini dinlemek, birlikte üretmek, her çalmada yeniden yaratmak.  Hem öyle ki bir yaratıcılık ki, bir çaldığın bir daha çalınmayacak. Her yeni soloda her şey sürekli değişecek.

İyi hazırlanmış bir caz dersinin, iyi bir müzisyen yetiştirmenin ötesinde, öğrencideki yaratıcılık, kendini ifade etme, başkalarını dinleme, ekip uyumu gibi çok önemli kavramları da geliştiren, çok yararlı bir ders olacağından hiç kuşkum yok.  

Bu dersin okullarda yaygınlaştırılmasının, bir yandan caz dinleyicisi sayısını artırırken, diğer yandan da ülkemizde caz müziğine bakışı olumlu yönde değiştireceğini de unutmayalım.

Kaynakça:
(1) Thelonious Monk Institute of Jazz, http://www.monkinstitute.org/education/performingartshs/index2.php , Erişim Tarihi: 20.05.2014


Ek İzleme Önerileri:
1- Mitra, Sugata : The child-driven education,  http://www.ted.com/talks/sugata_mitra_the_child_driven_education , Erişim Tarihi: 18.05.2014
2- Ken Robinson, How schools kill creativity, http://www.ted.com/talks/ken_robinson_says_schools_kill_creativity , Erişim Tarihi: 18.05.2014
3- Venezuella Gençlik Orkestrası-Belgesel,  http://www.youtube.com/watch?v=wpag87e1tos , Erişim Tarihi: 18.05.2014

Videolardan beni haberdar eden, arkadaşım Faruk Şahin'e teşekkür ederim.

18 Mayıs 2014 Pazar

Eğitim Sistemimiz (Bir Okul Ütopyası)

Genelde hangi konu ile ilgili bir yazı yazmayı tasarlasam, ilk işim o konuda biraz kaynak taramak oluyor. Daha önceden okuduğum kaynakları hızlıca gözden geçirip, sonra da internette bazı sözcüklerle aramalar yaparak, oltama takılan sayfaları okuyorum. Ancak bu yazı için fazla bir araştırma yapmadığımı itiraf etmeliyim. Eğitim sistemi ile ilgili görüşlerim herhangi bir uzmanlığa dayanmıyor. Gene de size kapsamlı bir sistem önerisinde bulunmaya çalışacağım. Cahil cesareti diyebilirsiniz ama şöylesi daha iyi: İlk kez poker masasına oturuyorsanız ve pokerle ilgili hiçbir bilginiz yoksa, ilk elde tüm paranızı ortaya koyup, rest çekmek hem havalı hem de bilgi açığınızı kapatacak bir girişim olabilir. Benimki aslında eleştirdiğim konuya uygun bir bakış açısı. Ne demek istediğimi, bir anekdotla aktarayım. Nerede okuduğumu tam anımsayamadığım bir yazıda, küçük bir çocuk, ensesinin üzerinde bir tutam saç kalmış bir adamı tarif ederken “kafası kel ama arkadan saçları biraz çıkmaya başlamış” diyordu. Bu bakış açısı bize çarpıcı geliyor. Bunun nedeni çocuğun herkesin bildiği bir şeyi bilmiyor olması değil. Bin kişinin bakıp da bir tane farklı yorum yapamayacağı bir konuya, farklı bir bakış açısı getirmesi. Eğer toplumun ‘doğrularını’ öğrenebilmiş olsaydı, o zaman bu bakış açısının yerinde yeller esecekti. Ben de bu çocuğa yakın bir bakış açısı yakalamak için eleştireceğim sistemin tümüyle dışında kalabilmek istedim. Kendi öğrenciliğim ve çevreden duyduklarımın dışında, mevcut sistem üzerine yoğun bir araştırma yapmamamın ana nedeni bu. Çok büyütmeden, bir meraklının okul ütopyası gibi okursanız sevinirim.



Eğitim Sisteminin Üç Ayağı
Benim hayalimdeki sistemin üç temel öğesi var :
1- Güven (Öğrenciye, öğretmene ve topluma güvenmek zorundayız);
2- Adalet (En ekonomik sistem, en adaletli olandır);
3- Dayanışma (Rekabetçi bir yapı, en öndeki öğrenci ve sadece onun başarısıyla ilgilenir, oysa iyi bir eğitim sistemi tüm öğrencileri, toplum, diğer canlılar ve doğa ile kurdukları ilişkilerle birlikte kuşatmalı).

Bu üç temel öğeyi de elbette tartışabiliriz ancak ben bu yazı kapsamında, bu tartışmaya girmeyeceğim; ‘peki öğretmen bu sistemi kötüye kullanırsa’ ya da ‘toplumda, öğrencilere zarar verecek kişiler varsa’ gibi kuşkularla ilgilenmeyeceğim. Güvenmek de zaten bu anlama geliyor mu?

İlköğretim ve Lise – Sınav, Puan, Yerleştirme
Öncelikle puan ve sınavlara değineyim. İlköğretimde her ders için öğrencinin yarıyıl ve yıl sonu puanları olacak. Bu puanlar; yazılı sınav, sunum, proje değerlendirmelerinin ortalaması hesaplanarak bulunacak. Ayrıca her ders için, öğrencinin sunum arkadaşı, birlikte çalıştığı proje ekibi, sınıfı ve okulunun puanı gibi ilave bir çarpan da olacak. Yani bir öğrenci, arkadaşı veya ekibinin başarısızlığından dolayı yarar sağlamak bir yana, zarara uğrayacak. Öğrenciler, arkadaşları iyi not aldıklarında, kendi notları da yükseleceğinden sevinç duyacaklar. Tüm sistem, rekabet değil dayanışma üzerine bina edilecek. Karşılaştırma, yarıştırma gibi kavramlar bugünkü konumlarını yitirecekler. Lisede ise sınav tümüyle kalkacak. Öğrenciler, sunumlardan aldıkları başarı puanları ve her dönem hazırlayacakları proje notlarıyla değerlendirilecekler. Projeler özgün olmak, ekibin iş paylaşımına dayanmak gibi temel öğelere sahip olacak. Projelerin konularına öğrenci ve öğretmenler birlikte karar verecekler.

Öğrenci genel olarak tüm derslerden başarısız ise ve herhangi bir yöne eğilimi belirlenemiyorsa gene de sınıfta kalmayacak. Bu tür öğrenciler, istemeleri durumunda, bazı temel dersleri almak kaydıyla, seçecekleri kamu kurumlarında kendileri için çeşitli görevler üstlenerek okullarını burada bitirebilecekler. Bu görevler öğrenciye toplumsallık, sorumluluk, hayvan sevgisi gibi duyguları aşılayacak: Yaşlı bakımevleri, hayvan barınakları, kimsesiz evleri, yardıma gereksinimi olan çocuklar için yetiştirme yurtları v.b. gibi. Öğrencinin okul dışındaki görevindeki başarısı, aynı okuldaki başarısı gibi değerlendirilecek ve bu görevde sağlayacağı başarı, okulda sağlayacağı başarı ile aynı biçimde ödüllendirilecek.

Burada öncelikle şunu belirtmeliyim ki, benim hayalimdeki sistemde ne ilköğretim, ne lise ne de üniversitelere merkezi bir sınav ile girilecek. Elbette, yukarıda belirtilen puana dayalı bir değerlendirme sistemi söz konusu olacak ve bu değerlendirme, öğrencinin sayısal, sözel yeteneği hakkında fikir verecek ancak liseler ve üniversiteler, kendilerine başvuran öğrencileri, kendi okullarının belirleyeceği kriterler ile değerlendirecekler. Bilgi içermeyen küçük testler, ya da farklı ölçümler uygulanabilecek. Okullar burada çeşitliliği gözetecek şekilde farklı seçimler yapabilecek. Yani, farklı yönleri gelişmiş öğrencileri seçebilecekler. Sınıfların, sayısal beceri, sanatsal yetkinlik, ekonomik durum, farklı ana dilde öğrenim görenler gibi her açıdan çeşitliliğe dayanmasına önem verilecek. Öğrenciler, farklı yönleri gelişmiş, farklı kültürlerden gelen arkadaşları ile dünyayı tanıyacaklar. Puan ve değerlendirme için bir örnek vermek gerekirse;

Mehmet Öz
------------------------------------------------
Dersler
İlköğretim Matematik Puanı (Tüm yılların ortalaması):  75
İlköğretim Sanat Puanı (Müzik, Resim, Drama ve diğer sanatlar, tüm yılların ortalaması):  30
İlköğretim Türkçe/Kürtçe/Anadil Puanı (Tüm yılların ortalaması):  55
İlköğretim Yabancı Dil Puanı (Tüm yılların ortalaması):  55
İlköğretim Beden Eğitimi (Spor ve Dans, Halk Oyunları) Puanı (Tüm yılların ortalaması):  85
------------------------------------------------
Diğer Değerlendirmeler
İlköğretim Değişim Programı Notları (Trabzon 3. Sınıfta 2 ay, Van xxx Okulu 5 ay v.b. gibi)
Arkadaşlarından Aldığı Dayanışma Puanı: 60
Rehber Öğretmen Notları
Diğer Öğretmenlerinin Notları
------------------------------------------------
Mülakat Değerlendirmesi
------------------------------------------------

Hepinizin Matematik veya Türkçe puanına odaklandığınızı biliyorum ancak buradaki hesaplamada bu türden bir öncelik yok. Yani Matematik puanı, Beden Eğitimi puanından daha fazla bir çarpana sahip değil. Ayrıca okul, notları diğerlerinden düşük olduğu halde,  öğretmen görüşlerinden ya da mülakat sonucundan etkilenerek öğrenciyi seçebilecek. İlköğretim Matematik – Sanat  puanları 75 – 25  olan öğrenciyle; 25 – 75 olan bir öğrenci, lisede aynı sınıfta yer alabilecek. Bu türden bir yaklaşım, çocuk üzerindeki anne babanın belli dersleri çalıştırma baskısını indirecek. Anne baba, çocuğunun sanat derslerinde başarılı olmasından dolayı, matematik dersinden alınan başarı gibi kıvanç duyacak.

Öğrenciler, kendisine en fazla destek olan öğrencileri belirtecek. Dayanışma puanı yüksek olan öğrencinin genel puanı da yükselecek.

Öğrencilerde sınav baskısı oluşturulmayacak. Öğrencinin aldığı not % 30 sınav, % 30 bir ders konusunun sunumu, % 40 proje olarak hesaplanacak. Sınavlar mümkün olduğunca test biçiminde hazırlanmayacak, sorular öğrencinin kendini ifade edebileceği cümlelerle yanıtlanacak.

Okul birincisi, okul ikincisi gibi sıralamalar yapılmamakla birlikte, proje ödülleri, en iyi sunum gibi ödüller olabilecek.

Aklınıza pek çok soru geldiğini biliyorum. “Mülakatlarda torpil yapılırsa?”, “Öğrenciler dayanışma notları için aralarında anlaşırsa?”, “Öğretmen sevdiği öğrencinin sunumuna yüksek not verirse?” v.b. gibi .
Yanıt : (Bkz. Güven)

Lise döneminde okullar, yüksek puanlı okullardan başlayarak, kendilerine başvuran veya kendi talep ettikleri öğrencileri değerlendirip kontenjanlarını dolduracaklar. Sırayla, dört ay içinde tüm öğrenciler okullara yerleşmiş olacak.

Yerleştirmeler MEB müfettişlerince denetlenecek. Burada belirlenecek tanıdık, arkadaş, çıkar karşılığı yerleştirmeler zincirleme olarak ilgili personel, yerleştirme yöneticisi ve okul müdürünün MEB’den çıkartılması ile cezalandırılacak.

Dersler (Müfredat)
Müfredat, ilköğretimde % 60 temel dersler, % 40 seçmeli dersler biçimindeyken, lisede % 40 temel dersler, % 60 seçmeli dersler olarak hazırlanacak. Kişi seçtiği bölüm dışında da seçmeli dersler alabilecek. Öğrencinin Kimya Meslek Lisesinde okuyor olması bir enstrüman dersi almasına engel olmayacak.

Liselerde öğrenciler, belli kontenjanlar dahilinde başka okullardan seçmeli dersler alabilecekler. Seçmeli derslerde bir sınır olmayacak ve her öğretmen MEB’e ders önerisinde bulunabilecek. Örneğin bir Edebiyat Öğretmeni bir yarı yıl için “Sait Faik ve Türk Öykücülüğü” gibi bir dersi ve içeriğini hazırlayıp MEB’e önerebilecek. Öğrenciler, onaylanan yüzlerce ders arasından seçimler yapabilecek. Müfredata bu şekilde katkı sağlayan ve tercih edilen öğretmenler ödüllendirilecek. Öğrenciler de almak istedikleri dersleri okul idaresine bildirecekler. Okul yönetimi, bu ders önerilerini web sayfalarında açıklayacak. Belli bir katılım olacağı konusunda hem fikir olunan ders önerileri, tüm diğer okul ve öğrencilerin görebileceği MEB  havuzuna atılarak ders hazırlayan kişiler tarafından öğrencilerin taleplerinin görülmesi sağlanacak ve bu doğrultuda çalışmalar başlatılacak. Her öğrenci, yılda en az bir seçmeli dersini hayvan barınakları, yetiştirme yurtları, bakımevleri gibi bir yerde çalışarak vermek zorunda olacak.

İşlenecek konular için, ders saatinin yarısı öğretmene, kalan yarısı bir öğrencinin o ders ile ilgili sunumuna ayrılacak. Öğrencilerin sunumu, öğretmenin desteğiyle hazırlanacak ve öğretmen, sonunda  sunumu sınıfla birlikte değerlendirip yorumlayacak olsa da sunum süresi içerisinde, öğrencinin anlatımına müdahale etmeyecek, kesmeyecek, ekleme çıkarma yapmayacak.

Proje konuları her dönem değişecek. Proje hazırlığı sırasında öğretmen, öğrencilerin okumalarını, kaynaklarını izleyerek önerilerde bulunabilecek. Bir proje grubu, konunun kapsamına göre en az iki, en fazla dört kişiden oluşacak. Öğretmen projenin alıntı olduğu, velilerin doğrudan katkısı olduğu veya projenin başarısız olduğuna karar verirse, projeyi gerekçelerini belirterek iptal edecek. İptal edilen proje için öğrenci o dersten sınıfta kalmış sayılacak ve aynı dersi, sonraki yarıyıl tekrar alacak. Eğer ders zorunlu ders değilse öğrenci onun yerine başka bir ders alabilecek. Proje notu tek olacak, yani bir projeden tüm öğrenciler aynı notu alacak. Proje iptal edildiğinde de karar ortak olacak ve o projedeki tüm öğrenciler o dersten kalmış kabul edilecek.

Yabancı dil dersleri, konuşma ağırlıklı olacak ve konuşma derslerinin -belli oranlarda- yabancı öğretmenler tarafından verilmesi sağlanacak.

Okullarda sahneler, konser ve sergi salonları olacak. Bu alanlarda, çeşitli dinletiler, müzikli oyunlar, dans gösterileri sahnelenecek. Öğrencinin sanat derslerindeki projelerinden en az bir tanesi bu tür bir gösteri biçiminde olacak. Öğrenciler sadece  sahnede görev almayacak, senaryo, kostüm ve yönetmenlik gibi tüm kademeler öğrencilerin olacak. Öğretmenler ise her konuda öğrencileri destekleyecekler.

Öğrencilere ödev verilemeyecek ancak proje, sunum gibi konular için, öğrenciler evde okuma veya araştırma yapabilecekler.

Nefret Kavramı, Milliyetçilik
Derslerin içinden, öğrencide nefret duygusu uyandırabilecek bölümler çıkartılacak.

Tarih, din, biyoloji gibi derslerde din, milliyetçilik veya batıl inanışlardan kaynaklanan dışlayıcı bölümler kaldırılacak. Bir dinin başka bir dine, bir yurdun başka bir yurda, bir halkın başka bir halka üstün olduğuna ilişkin bilgiler içeren kitaplar, temizlenecek. Türkler, Kürtler, Ermeniler, Romanlar, ülkemizde veya dünyada yaşayan diğer halklar için yaralayıcı, aşağılayıcı, karalayıcı veya diğerlerinden üstün tutan övücü sıfatların kullanılması yasaklanacak.

Öğrencilerde ırk, millet, coğrafya, zenginlik, soy, cinsiyet, din, renk gibi konularda üstünlük, ayrıcalık duygusu verebilecek hiçbir bilgi ve yönlendirme yapılmayacak. Hazırlanacak tüm içerik ve sistemsel yaklaşım eşitlik duygusu üzerine kurulacak. Eşitlik duygusu öylesine doğal ve yaşamsal olarak sistemin içine girecek ki, hiçbir konuda ayrıca bir eşitlik vurgusu yapmaya bile gerek kalmayacak.

Sınıflar
İlköğretimde sınıf sistemi olacak, ancak lisede, üniversitedeki gibi, öğrencilerin seçtiği dersler hangi sınıfta veriliyorsa, dersler de o sınıfta alınacak. Lisede derslerin bir bölümü online-dersler olarak alınabilecek. Ancak öğrenci bu şekilde elde ettiği fazla zamanı, okuldaki çeşitli kulüplerde veya kendi seçeceği bir sosyal kurumda harcayacak.

İlköğretimdeki sınıflar da sabit sınıflar olmayacak. Öğrenciler;  farklı odalar, açık hava derslikleri gibi olanaklara sahip olacaklar.

Değişim Programları
Eğitim sisteminin itici gücü, değişim programları olacak.

İlköğretimde 4. Sınıftan sonra her yarıyıl, süresi bir aydan az olmamak üzere, okullar arasında öğrenci değişimi yapılması zorunlu olacak. Öğrenciler, toplamda sekiz farklı bölgeyi, oradaki değişim ailelerinin veya sorumlu ailelerin yanında, yoksa yatılı okullarda kalarak tanımış olacaklar. Bölgeler seçime tabi olmayacak ve öğrenciler Güneydoğu Anadolu, Doğu Anadolu, Karadeniz, Ege gibi tüm bölgeleri başka ailelerin yanında ve farklı okullarda tanıyacaklar.

Lise döneminde ise her yıl en az 30 gün olmak üzere bir kez yurt dışı bir kez yurt içi bölgeler olacak biçimde, her öğrenci değişim programındaki diğer okullarda veya MEB’in anlaşmalı olduğu yurt dışı okullarda aileler yanında değişim programlarına katılacak. Bu ülkeler, dünyanın farklı bölgeleri arasından seçilecek ve ilk kez Avrupa’ya giden bir öğrencinin ikinci yolculuğu Asya, Afrika gibi farklı seçeneklerden birisi olacak.

Değişim programları öğretmenler için de geçerli olacak, öğretmenler yarıyıl boyunca başka ülkelerin okullarında ders verirken, yabancı okullardan gelecek öğretmenler de MEB okullarında ders verecekler. 

Özel Okullar ve Dershaneler
Bu sistemde dershanelere veya özel derslere gerek olmasa da herhangi bir yasak olmayacak. Dershaneler, MEB tarafından denetlenecek ve müfredata uygun oldukları sürece istedikleri konuda eğitim verebilecekler ancak öğrenciler müzik, resim, futbol, kuran, bale gibi hangi konu olursa olsun, bir eğitim kurumundan bir haftada, toplam iki saatten fazla ders alamayacaklar. Öğrencilerin dinlenme saatlerinin ihlal edildiğinin belirlenmesi durumunda veli ve dershanelere ağır yaptırımlar uygulanacak.

Özel Okullar da çeşitliliği ve kaliteyi artırdığı sürece var olmaya devam edecek ancak ücretli olmayacaklar. Özel okulların bütçeleri devlet tarafından onaylanacak ve okulun, devletçe karşılanan bütçesi benzer bir devlet okulunun bütçesinden % 25'ten daha fazla olamayacak. Ancak özel okullar, öğrenci dışındaki kaynaklardan da (vakıf v.b. gibi) gelir sağlayabilecekler. Bu gelirler denetime tabi olacak. Okul bedeli, devlet ve vakıflar tarafından karşılandığından öğrenciden herhangi bir ücret alınamayacak ve en yoksul ailelerin çocukları bile bu okullara başvurabilecekler.

Giyim Kuşam
İlköğretimde ve lisede, öğrenciler serbest kıyafetle okula gelecekler. Rehber öğretmenler, giyim kuşam konusunda öğrencilere önerilerde bulunabilecek.

Lisede, erkek öğrenciler saçlarını dilediği gibi uzatabilecek, kız öğrenciler türban takmak istiyorlarsa takabilecekler.

Törenler, Bayramlar
Eğitim yılının ilk günü ders girişinde ve son günü ders çıkışında, kısa süreli, sade bir tören düzenlenecek.  İlköğretim okulları, 29 Ekim, 1 Mayıs ve 23 Nisan’da, liseler ise 29 Ekim, 1 Mayıs ve 19 Mayıs’ta kutlama yapacaklar. Bu kutlamalar, tümüyle öğrenciler tarafından hazırlanan konserler, müzik yarışmaları, spor karşılaşmaları, dans gösterileri, partiler, yemekler gibi etkinliklerden oluşacak. Konuşma, resmi geçit, şiir okuma, askeri tören benzeri tüm uygulamalar kaldırılacak. Gösterilere katılmak isteğe bağlı olacak.

Yukarıdaki günler dışında kalan günlerde planlı herhangi bir anma veya kutlama yapılmayacak ancak öğrenciler isterlerse belirli günleri kutlamak veya anmak üzere etkinlik düzenlemekte özgür olacaklar.

Öğretmenler
Tüm sistem, öğretmenler üzerine kurulacak. Öğretmenler, MEB’in belirlediği içeriği, derste işleyen okutmanlar değil, bu içeriği yeniden oluşturan, farklı yöntemler geliştiren, iletişim, empati, sorgulama gibi yetenekleri gelişmiş kişilerden seçilecek. Öğretmenler, sınıfta ders anlatan kişilerdense, bir dersi yönlendiren, koordine eden, öğrencilerle birlikte anlatıp, birlikte dinleyen kişilere dönüşecek.

Öğretmenler, öğrenciler tarafından değerlendirilecek. Bu değerlendirme sonucunda okul yönetimi, öğretmeni eksikleri konusunda uyarıp, önlemler alacak. İki dönem üst üste öğrenciler tarafından başarısız bulunan öğretmen, MEB tarafından incelenecek ve gerekirse görevden alınacak.

Farklı mesleklerden kişiler de özel bir konuda ders vermek için, okul ile anlaşma yapabilecek. Bu kişinin MEB’den alabileceği bir pedagojik formasyon olacak. Eğer kişi buna sahip değilse, bir yardımcı öğretmen gözetiminde gene ders verebilecek. (Ör. Dağcılık, Marangozluk, Çatalhöyük Kazıları, Klarinet, Dağ Bisikleti, Dalış Teknikleri, Fotoğrafçılık v.b. gibi)

MEB, Türkiye'de çalışmak isteyen yabancı öğretmenlere kolaylık sağlayacak. Koşulları sağlayan, farklı ülkelerden yabancı öğretmenler, okullarımızda görev alabilecek. Okullar, yalnızca öğrenciler için değil, öğretmenler için de çeşitlilik sağlamayı hedefleyecek. 

Okullar
Okullardaki tekdüze görüntü, yerini rengarenk bir karmaşaya bırakacak. Liselerde okulun ve derslerin başlama - bitiş saatleri esnek olacak. Öğrenciler ders durumlarına göre okula gelecekler.

Okuldaki bölümlerin en fazla % 40’ı sınıflardan oluşacak. Diğer % 60 ise spor, dans, halk oyunları için ayrılmış salonlar, sanat odaları, müzik dinleme odaları, konser ve sergi salonları, sahneler, öğrenci kulüpleri için ayrılmış odalar, öğrenci toplantı odaları, sinema salonlarından oluşacak. Her okulda tarım yapılabilecek büyüklükte en az bir dönümlük bir tarla olacak. Bu alanın dışında yürüyüş, koşu için ayrılmış bir yeşil alan ve gürültüden uzak, birbirinden ayrılmış açık hava derslikleri ve eski Yunan uygarlığındakine benzer küçük tiyatrolar olacak. Özel araç gerektirmeyen dersler, olabildiğince açık hava dersliklerinde, sanat dersleri, prova ve gösteriler ise açık hava tiyatrolarında yapılacak. Öğrenciler tarım bölgesinde ve diğer alanlarda ekme, dikme, bakım gibi etkinliklerde bulunacaklar. Okullarda yeterli alan olması durumunda, belli sayıda sokak köpeği ve kedisi bakılabilecek düzenlemeler yapılabilecek. Buraya yerleştirilecek hayvanlar, barınaklardan getirtildikten sonra, beslenme ve bakımları, ilgili öğrenci kulüpleri tarafından yapılacak. Hayvanlar, kafeslerde veya kısıtlı alanlarda değil öğrencilerle birlikte aynı alanlarda bulunacak. Hayvanların, açık hava derslikleri, tiyatrolar ve belli kapalı alanlara girmeleri serbest olacak. Barınak tarafından belli aralıklarla, hayvanların kontrolleri yapılacak ve bakımları ile ilgili bir olumsuzluk varsa, barınak yetkilileri ilgili öğrencileri önce uyarıp, sonra hayvanları geri alabilecek.

Şubat tatili 15 gün, yaz tatili ise 30 gün olacak. Öğrenciler, bu tatilleri aileleri ile geçirebilecekleri gibi, MEB’e başvurarak; çadırda konaklamalı, doğa kamplarına ücretsiz katılabilecekler. Bu kamplar, yüzme, okuma, spor, müzik etkinliklerine açık, öğrencilerin dinlenmesini amaçlayan tatil kampları olacak ve askeri disiplin uygulanmayacak.

Öğrenci Kulüpleri
Öğrenciler okul yönetimine bildirmek kaydıyla istedikleri konularda kulüp kurabilecekler. Dağcılık, okul radyosu, bisiklet, paten, dalış gibi uzmanlık, güvenlik ekipmanı ve teknolojik yatırım gerektiren kulüplerin etkinlikleri, MEB’in atayacağı uzmanların desteği ve gözetiminde yapılabilecek. MEB uzmanları gerektiği durumda yakın okulların kulüplerini birleştirerek ortak etkinlikler düzenleyebilecek. Lise öğrenci kulüpleri, sendikalar ve sivil toplum örgütleri ile birlikte hareket edebilecek, partilerden bağımsız olmak kaydıyla siyasi faaliyetlerde bulunabilecekler. (Ör. İşçi Dayanışma Kulübü)

Okul Yönetimi
Okulda yönetim, üç gruba dayanacak. Öğrenci, öğretmen ve MEB tarafından atanan yöneticiler.

Öğrenciler ve öğretmenler, oylama yöntemiyle her yıl, bir sonraki yılın öğrenci temsilcisi ve senatosunu seçecek. Bu oylamada her öğrenci ve öğretmenin bir oy hakkı olacak.

Aynı şekilde öğretmenler, oylama yöntemiyle her yıl, bir sonraki yılın öğretmen temsilcisi ve senatosunu seçecek. Bu oylamada her öğretmenin bir oy hakkı olacak. Öğrencilerin bu oylamada oy hakları olmayacak.

MEB tarafından atanmış olan okul yönetimi zaten her yılın başında belirlenmiş olacak. Okulla ilgili kararlar alınırken bu üç ana unsur bir arada bulunacak. Oylama ile alınacak kararlarda, öğrenci senatosu, öğretmen senatosu ve okul idaresi oylamaya katılacak.

Özel günler ve sunumlarda öncelik öğrencilerde olacak. Sunum, konuşma v.b. gibi tüm etkinliklerde konuşmaları öğrenciler ve öğretmenler yapacak. Okul yönetimi bu tür etkinliklere sadece organizasyon anlamında destek verecek.

Okuldaki etkinliklerle ilgili başvuru ve duyurular internet üzerinden gerçekleştirilecek.

Parasal Konular
  • Okullardaki tüm araç gereç, defter, kitap, kostüm ücretsiz olarak devlet tarafından karşılanacak. (İlköğretim, Lise)
  • Tüm toplu taşım hizmetleri, öğrenciler için ücretsiz olacak. (İlköğretim, Lise, Üniversite)
  • Okullarda verilecek yemekler için öğrencilerden hiçbir bedel alınmayacak. (İlköğretim, Lise, Üniversite)
  • Eğitim sistemi içinde uygulanacak ödül ve yaptırımlar, parasal olmayacak.

Bunlar düş, onun için de gerçek yaşamla bağlantısı yok denecek kadar az diyebilirsiniz. Benim görüşüm ise bu düşün aslında gerçek olduğu, bizim şu anki sistemimizin gerçeklerden uzak bir gölge oyunu olduğu yönünde. Yukarıda yazdıklarımın büyük bölümünü öğrencilerin yazılarından, meraklarından, konuşmalarından, isteklerinden derledim. Kimse ‘Hani bu sistemin kaynağı?’, ‘Nerede böyle öğretmen?’ demesin. Eğer bizler kara yollarına, köprülere değil de eğitim sistemine yatırım yapmayı düşünürsek kaynaklar kolayca bulunabilir; öğretmenlerimizi özgür bırakırsak, içlerindeki yaratıcılığı şaşkınlıklar içinde izleyeceğimize eminim. Güvenmeyi, göze almayı, dayanışmayı yeniden öğrenmeliyiz.

Evdeki bulgur böceklenmiş. Bunu ayıklamayla uğraşacağımıza, çöpe atalım gitsin. Artık okullar, sanayi kuruluşlarına, bankalara, mağazalara nitelikli personel yetiştirme yerleri olmasın. Bir devrim gerekiyordu bize. Öğrenciler, bizden önce bu devrimi yaptılar. Yenildik. Yenildiniz. Gençler, sizin derslerinizi, ahlaki değerlendirmelerinizi, bilimsel zırvalarınızı dinlemiyorlar artık. Benlikleriyle, ruhlarıyla bu devrimi gerçekleştirdi onlar. Bundan sonra, bu değişime direnen öğretmenler, kitaplar ve okullar, öğrencilerin zihninde esir kampına düşmüş askerler gibi yaşamak zorundalar. Bize düşen artık teslim olmak, bu devrimi kabullenmek ve pılımızı pırtımızı toplayıp, okulları öğrencilere terk etmek.

Ek İzleme Önerileri:
1- Mitra, Sugata : The child-driven education,  http://www.ted.com/talks/sugata_mitra_the_child_driven_education , Erişim Tarihi: 18.05.2014
2- Ken Robinson, : How schools kill creativity, http://www.ted.com/talks/ken_robinson_says_schools_kill_creativity , Erişim Tarihi: 18.05.2014
3- Venezuella Gençlik Orkestrası-Belgesel,  http://www.youtube.com/watch?v=wpag87e1tos , Erişim Tarihi: 18.05.2014

Videolardan beni haberdar eden, arkadaşım Faruk Şahin'e teşekkür ederim.