24 Haziran 2015 Çarşamba

Ahmet Kaya

Ahmet Kaya, her şeyi siyah ya da beyaz olarak görmeye meraklı toplumumuzun, yaşamını kararttığı müzik adamlarından birisi. Pek çok kişi tarafından sevilerek dinlenirken, bir gecede, ne idüğü belirsiz birkaç milliyetçiyle, iftiracı gazetecinin kurbanı olarak, terörist ilan edildi Ahmet Kaya. (1)


Ölümünden yıllar sonra ise abartılı bir sahiplenmeyle, bu sefer de kahraman ilan edildi. ‘Bölücü Yavşak’, ‘Vay Şerefsiz’ gibi başlıklar atanlar, bir ödül gecesinde işi fiziksel saldırı boyutuna getirenler, bugün pişmanmış. Eleştirinin pişmanlığı da olur geri dönüşü de ancak linç etmenin pişmanlığı olmaz. Onun için, Ahmet Kaya’yı linç edenlere, özür dilemek dışında bir söz hakkı verilmesini ben doğru bulmuyorum.


Ayrıca tüm toplumca yapılmış bir girişimini birkaç kişinin üstüne atmayı da doğru bulmuyorum. Bu yazının konusu bu değil ancak son olarak şunu da eklemeliyim ki bu linç girişimi ne kadar haksızsa, yıllar sonrasında gelen bir hak teslimini, kahramanlık, büyük sanatçılık noktalarına getirmek de doğru değil.


Bu yazıda Ahmet Kaya’nın müziği ve albümleriyle ilgili görüşlerimi yazacağım. Kürt baba ve Türk annenin beşinci çocuğu olarak doğan Ahmet Kaya yoksul bir ailede büyümüş. Ahmet Kaya için bir militan demek pek doğru olmasa da, sanırım, sol hareket içinde bulunmuş, solcu şairleri bilen, halk müziğini tanıyan bir müzisyen diyebiliriz. 12 Eylül 1980 darbesiyle tüm sol örgütler çöküp, devrimciler hapislerde işkence görürken, Ahmet Kaya tutuklanmadan dışarıda kalabilmiş. 1985 yılında yayınlanan ilk albümünün adı ‘Ağlama Bebeğim’. Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ahmed Arif gibi ünlü şairlerin Ahmet Kaya’nın müzikleriyle buluştuğu bu albüm, özellikle hapishanelerde büyük ilgi görmüştü. Sabahattin Ali’nin Geçmiyor Günler, Ahmet Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim, Nazım Hikmet’in Aynı Daldaydık şiirleri Ahmet Kaya’nın pek bilmediği tutsaklık duygusunu halka ulaştırmasına olanak sağlamıştı. Bu albümde yer alan üç parçanın sözleriyse Ahmet Kaya’ya ait. İdeolojik olarak veya müzikal açıdan bakıldığında solcu şairlerin şiirlerini bestelemek dışında Ahmet Kaya’nın devrimcilikle pek bir ilgisi yok. 1985’te yaptığı müzik, yer yer arabesk düzenlemelerini de andıran, kulağa hoş gelecek basit bir anlayışla kotarılmış, müzikal anlamda hiçbir yenilik, değişim, farklılık içermeyen sıradan sayılabilecek bir albüm. Albümde yer alan Mehmet Akif Ersoy’a ait “Cenk Şarkısı” adlı şiirden bir bölüm de “Uğurlar Ola” adıyla albüme girmiş. Balkan Savaşına giden askerleri yüreklendirmek amacıyla yazılmış, içinde savaş çığırtkanlığı, milliyetçilik, ırkçılık ne ararsanız bulabileceğiniz, nefret dolu bir şiirdir Mehmet Akif’in “Cenk Şarkısı” şiiri. Şiirden bir bölüm:

Yükselerek kuş gibi Balkanlara,
Öyle satır at ki kuduz Bulgar’a:
Bir daha Osmanlı’ya güç sırtara!
Git de gel evlâdım… uğurlar ola.

Düşmana çiğnetme bu toprakları;
Haydi kılıçtan geçir alçakları!
Leş gibi yatsın kara bayrakları!
Kahraman evlâdım, uğurlar ola.

Bu şiir ‘Sol Görüşlü Müzisyenlerin Uzak Durması Gereken Şiirler’ diye bir liste yapılsa herhalde ilk beşte yer alır. Ahmet Kaya’nın da hakkını yemeyelim, milliyetçiliğin bayrağı olacak bir şiirin işine gelen dörtlüklerini cımbızla seçerek, solcuların emek mücadelesine marş yapmak da başlı başına devrimci bir hareket sayılabilir.

Ahmet Kaya’nın daha sonra yaptığı Acılara Tutunmak albümü Hasan Hüseyin Korkmazgil dizelerinin ön planda olduğu hem müzikal anlayış olarak hem de parçalar açısından ilk albümünü yakalamaktan uzak bir çalışma olsa da, dinleyiciler tarafından büyük bir beğeniyle karşılanmış. 1986 yılına geldiğimizde, Ahmet Kaya iki önemli albümüyle çıkar karşımıza.

An Gelir, Attila İlhan şiirlerinin ağırlıkta olduğu, yer yer şiirin, yer yer müziğin ön plana çıktığı, müzikalite ve düzenleme olarak farklı bir albümdür. Kayıtlara bakınca, An Gelir’in öncekilere göre daha yüksek bütçeli bir albüm olduğu hemen göze çarpar. Düzenlemeleri kimin yaptığı bilgisini bulamadım ancak dinlediğinizde bir müzisyenin elinden çıktığı hemen belli oluyor (Bir sonraki albümün soundu ile karşılaştırınca Oğuz Abadan olma olasılığı yüksek). An Gelir'de Ahmet Kaya’nın sesi artık daha bir özgüvenle çıkmakta, şarkılar şiirlerin vurgusunu daha da ön plana çıkarmaktadır. Bu albümde yer alan Şeyh Bedrettin ve onun bağlandığı Tezkere türküsü albümün doruklarındandır.


Aynı yıl çıkan Şafak Türküsü albümü, Ahmet Kaya’nın çok daha fazla kişiye ulaşmasını sağlamış, Kaya'nın en çok satan albümlerinden birisi. Oğuz Abadan’ın yönetimindeki müzisyenler arasında Kerem Görsev’in de adını görmek, çok hoş bir sürpriz. Abadan’ın bazı parçalardaki bas partileri, Erkan Oban’ı anımsatır. Bana sorarsanız, An Gelir’le birlikte Ahmet Kaya’nın en güzel albümüdür Şafak Türküsü. Bu albümde yer alan Nevzat Çelik dizeleri ise Ahmet Kaya müziğinin geleceğindeki, umutsuzluk içeren dizelerden izler taşımaktadır.

Eşi Gülten Kaya'nın, Ahmet Kaya’nın yaşamında bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. İlk önce hapisteyken tanıdığı bir idam mahkumu olan Nevzat Çelik’in ‘Şafak Türküsü’ şiirini Ahmet Kaya’ya getiren Gülten Kaya, daha sonra ağabeyi Yusuf Hayaloğlu ile Ahmet Kaya’nın birlikte çalışması fikrini ortaya atar. Nevzat Çelik’in ardından Yusuf Hayaloğlu’nun etkisiyle Ahmet Kaya müzikleri kan kaybetmeye başlar. Direniş yenilmişliğe, umut umutsuzluğa, başkaldırı teslimiyete dönüşür. Sözler erkeksi bir dile bürünür, ünlü şairlerin dizelerinin yerini, ucuz kahramanlıkların anlatıldığı sözde solculuk hikayeleri almaya başlar. Oğuz Abadan’la yükselen müzikal yapıysa Yorgun Demokrat’la birlikte hızlı bir düşüşe geçer. Halk müziğinin etkisi giderek azalır. Zaten gerçek anlamda devrimci bir benliğe sahip olmayan Ahmet Kaya, Yusuf Hayaloğlu'yla birlikte giderek arabesk tutkunları ve milliyetçi grupların dinlediği bir popüler müzik ikonu haline dönüşmeye başlar.

Eğer bir grafik gibi düşünürsek Ahmet Kaya müziği, An Gelir ve Şafak Türküsü’yle en yüksek noktasına çıkmış (bu noktanın evrensel anlamda da aynı şekilde bir yüksekliğe karşılık geldiğini söylemek ne yazık ki zor), Yorgun Demokrat’la gerilemeye başlamış, daha sonrasında ise giderek yozlaşma dönemine girmiştir.

Yusuf Hayaloğlu’nun dizeleri, şair olmaya özenen meraklı bir amatörü anımsatıyor. Beylik sözlerle, namlu ağzıyım, bıçak ucuyum demelerle, üç kağıtçıya pezevenge küfür etmekle, kırmızı rujlu sokak imgeleriyle şair olunamıyor ne yazık ki. Şimdi, devrimcilikle ilgisi olmayan, Kurtlar Vadisi'nin ucuz repliklerini anımsatan bu şiirimsilerden birkaç örnek vereyim:

Başım Belada
Başım belada!
Tabancamı unutmuşum helada.
Nerden baksan tutarsızlık,
Nerden baksan ahmakça!

Giderim
Sen zahmet etme yerinden
Gürültü yapmam derinden
Parmaklarım üzerinden
Su gibi akar giderim

Ezdirmem sana kendimi
Gövdemi yakar giderim
Beddua etmem üzülme
Kafama sıkar giderim



Demek Şimdi Gidiyorsun
Her şey tamam diyorsun git
Beni viran bir şehir gibi terket
Haydi git
Dışarısı ispiyon
Dışarısı ihanet
Seni bir gören olmasın dikkat et

Anne Ben Ölüyorum
Anne ben ölüyorum..
Gözlerim kanıyor ikide bir,
Türk filmlerinin, yarı absürt senaryolarında,
hüzünleniyorum,
Şizofreni diyorlar algınlığıma.

Yusuf Hayaloğlu’nun bu beylik sözlerle dolu, arada ‘anne, anne’ diye ağlaşan, siz gidin, ben arkada yavaş yavaş ölürüm, mermiyi verdim ağzına, ne söyleyim kuzuma tarzındaki içi boş dizeleri ilginizi çektiyse, kısa bir aramayla, internette çok daha fazlasını bulabilirsiniz.

Yusuf Hayaloğlu’nun Kaya’nın müziğine etkisi, sözlere koşut bir arabeskleşme ve yozlaşmadır. Bağıra bağıra okunan şiirler, ağlayarak şarkı söylemeler artık Ahmet Kaya müziğinin vazgeçilmez öğeleri olmuştur. Ahmet Kaya’nın 1998’deki Dosta Düşmana Karşı albümündeki parçaların sözlerine baktığımızda, beşinin kayınbiraderi Yusuf Hayaloğlu’na, ikisinin ise eşi Gülten Kaya’ya ait olduğu görünmektedir. Kariyerinin başındaki albümlerde önemli şairlerin şiirleri ile yaptığı parçaların yerini aile üyeleri ile dolduran Ahmet Kaya, bu değişim sırasında müziğinin büyük ölçüde bozulduğunu ve yozlaştığını fark edememiş olmalı.

Daha sonra Yusuf Hayaloğlu ile yolları ayrıldığında, Yusuf Hayaloğlu, gazeteci Ferzende Kaya’ya ayrılığın nedenini şöyle anlatır: “Sanata ve siyasete bakışımızda, Gülten, Ahmet ve benim aramda düşünsel farklılıklar vardı. Sözgelimi Tuncelili olmak başkaydı, ‘Tuncelilik’ şovenizmi başkaydı. Kürt doğmak başkaydı ‘Kürtçü’ davranmak başkaydı. Alevi kökenli olmak başkaydı ‘Alevici’ olmak başkaydı. Sol düşünmek başkaydı ‘solculuk’ yapmak başkaydı. Allah’a inanmak başkaydı ‘şeriatçı’ olmak başkaydı. Ben hiçbir zaman ‘cı’ olmayı hissetmedim ve olmadım da.” (2)

Keşke Yusuf Hayaloğlu da şair olmakla, şairliğe özenmek arasındaki farkı görebilseydi. Benim düşünceme göre, Yusuf Hayaloğlu'nun şair olmadığını fark edenlerin başında, kardeşi Gülten Kaya gelir. Ancak Gülten Kaya, bunu yanlış yorumlayarak, eşini bu ucuz dizelerden kurtarmak yerine, "ben de bu şiirimsilerden yazabilirim" diyerek, kendini de şair statüsüne çıkartmayı yeğlemiştir. "Beni vuracaklar, Beni bulacaklar, Beni yoracaklar yar. Beni tutacaklar, Beni yakacaklar, Bana kıyacaklar yar." diyerek ağlaşan devrimciler kervanına katılan Gülten Kaya, "vurulur mülteci kederim" gibi, Yusuf Hayaloğlu'nu anımsatan imgeleri, bu sefer kendi adıyla piyasaya sürmüştür. Bu sözlerde dağlardan, silahlardan geçilmez ama dinleyenlerde uyandırdığı ortak duygu yenilmişlik, işkence, umutsuzluk, ölecek olma halidir. Şarkıların kahramanları yenilmekten zevk alan, direnmek yerine ölmeyi, gülmek yerine ağlamayı tercih eden arabesk figürlere benzer. İsterseniz, Gülten Kaya'nın yukarıda söz ettiğim şiirinin ilk bölümüne de bir göz atalım. Yusuf Hayaloğlu'nun Ahmet Kaya şarkıları için biçtiği erkek elbisesi, Gülten Kaya şiirlerinde değişmez. Bir kadın şairin, sakallarındaki çocuk kokusundan söz etmesi, içtenlik konusunda size bir fikir verecektir.

Korkarım
Gençliğimi kimse bilmez
Sakallarımdan çocuk kokusu
Ağzımdan ay ışığı fışkırır benim
Ceketimi yağmurlara astığımdan beri
Tehlikeli şiir okur
Dünyaya sataşırım ben


Ahmet Kaya, bölücü de değil, kahraman da. Bana göre Kaya’yı büyük bir müzik adamı ya da içi boş bir müzisyen olarak etiketlemek de yanlış olur. Kaya için, müzik yaşamının başında umut veren ancak ailesini yaratma sürecine karıştırdıktan sonra, giderek yozlaşmış bir müzik adamı demek yanlış olmaz sanırım. Müzikal anlamda hep geleneksel çizgiyi sürdürmüş, devrimciliği ne müzik, ne yaşam tarzında ne de şarkı sözlerinde uygulamış, dışarıdan ideolojik birisi gibi görünse de, özellikle erkek egemen kültüre uygun sözleri ve arabeske kayan müziğiyle daha çok geleneksel, milliyetçi kesimin beğenisini toplamış, ufak tefek aykırılıkları çok abartılmış, sözleri medya ve toplum tarafından çarpıtılarak hiç hak etmediği bir bedeli belki de yaşamıyla ödemiş birisi. Hayaloğlu’nun gölgesinden çıktığında, daha umutlu, daha demokrat, güleryüzlü bir anadolu insanı çıkıyor karşımıza. Sonu hüzünlü olan bu öyküyü ben Ahmet Kaya’nın ilk albümünden, umut dolu, kendi dizeleriyle bitireyim:

çok uzakta öyle bir yer var
o yerlerde mutluluklar
paylaşılmaya hazır
bir hayat var

Kaynakça:
1-Vikipedi, Ahmet Kaya, https://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmet_Kaya, Erişim Tarihi: 24.06.2015
2- Hürriyet Gazetesi, Soner Yalçın (21 Kasım 2010), http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/16336866.asp, Erişim Tarihi: 24.06.2015

23 Haziran 2015 Salı

Sezen Aksu A.Ş.

El Gibi’yi, Kavaklar’ı her dinlediğimde sözcükler boğazımda düğümlenir. Eskiden, elime gitarı aldığımda çaldığım Sezen Aksu şarkıları da vardı. Bugün, Sezen Aksu’nun Türk Pop müziği üzerindeki etkisi üzerine düşüncelerimi ve bazı etik konuları tartışmak istiyorum. Aslında, ülkemizdeki müzik yazarlarının bu konuda ayrıntılı bir inceleme yapmamış olmalarını da pek anlayabilmiş değilim. Pop müziği böylesine derinden etkilemiş bir kişi hakkında, çok sayıda haber, makale, eleştiri, kitap olmalı diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Övgüleri bir yana bırakırsak, doğru düzgün bir analiz ya da eleştiri yazısına rastlamak bile zor. Hatta, Sezen Aksu’nun bu konuda bir dokunulmazlığı var gibi düşünebilirsiniz. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki ben bu yazıda Sezen Aksu’nun kendi albümleri ve şarkılarından ziyade, besteci ve söz yazarı olarak destek verdiği şarkıcılarla birlikte Türk Pop müziğine etkilerini ele alacağım.


Sezen Aksu’nun kendi albümleri dışında pek çok kişiye yardım ettiğini duymuşsunuzdur. Basında bu konu ‘Sezen Aksu okulu’, ‘vokaliste yardım eli’, ‘destek’ gibi sunulsa da ben bu yardımın bu kadar masum olmadığı görüşündeyim. Sezen Aksu, 90’lı yıllardan başlayarak çevresindeki pek çok kişiye albüm yaptı. Bu albümlerde yer alan parçaların bir bölümünü kendisi seçti, bestelerini yaptı, şarkı sözlerini yazdı. Albümlerin hem yapımında, hem de pazarlamasında kendi medya ilişkilerini, tanıdığı klip yönetmenlerini, aranjörleri, müzisyenleri kullandı. (Elimizde küçük bir stüdyoda yapılmış uyduruk demo'larla Unkapanı’nı gezmiş müzisyenler olarak, bu desteğin ne demek olduğunu, en azından ben ve müzisyen arkadaşlarım biliyoruz.) Sezen Aksu'nun buradaki konumunu tanımlamak için en uygun sözcük 'yapımcılık' olabilir belki, ancak burada yapımcılığın da ötesinde bir katkı var. Öylesine bir katkı ki, katkıda bulunduğu kişinin kimliğini yok ediyor, kendi suretini katkıda bulunduğu kişinin üzerine kopyalıyor, onu yutup kendi içine alıyor. Kimdir bu kişiler derseniz, aşağıdaki listeden tümünü görebilirsiniz:


Türk dinleyicisine bu kadar besteyle ulaşabilmiş başka kim var derseniz, yanıtı çok açık: Hiç kimse yok.


Listeden gördüğümüz kadarıyla Sezen Aksu, kendi okulundan yetişen Levent Yüksel, Harun Kolçak, Aşkın Nur Yengi, Sertab Erener, Işın Karaca, Mustafa Ceceli gibi müzisyenler dışında  Gülben Ergen, Emel Müftüoğlu, Göksel, Ebru Gündeş, Nil Burak, Yonca Evcimik, Deniz Seki, Ajda Pekkan, Ayşegül Aldinç, Sibel Can, Ziynet Sali, Candan Erçetin, Nükhet Duru, Tarkan, Ferhat Göçer, Nilüfer, Hülya Avşar, Tarkan, Demet Akalın, Pınar Aylin, Gülşen, Sıla gibi çok sayıda kişiye de çoksatan parçalar vermiş.

Bazı istisnalar dışında, elbette bu parçalar için bir bedel alınıyor. Ferhat Göçer, 8 Mayıs 2008 tarihli Sabah Gazetesi'nde, Esin Övet ile yaptığı konuşmada şöyle diyor:

"- Pahalı bir albüm mü oldu? Sezen Aksu'nun tek şarkısına 30 bin dolar ödediğinizi biliyorum.

- İlk albümün tüm masraflarını kendim karşıladım. İkinci albüm ortak bir çalışma oldu. Ama bu albümü tamamen müzik şirketim yaptı, ben beş kuruş harcamadım. O nedenle fiyat alışverişi konusunda bir bilgim yok. O benim firmam ile besteciler, aranjörler arasında. Tam rakamları bilmiyorum ama büyük bir ekip olduğu için ucuz bir albüm olmadığını söyleyebilirim." (2)

16 yıldır birlikte çalıştıklarını söyleyen Sezen Aksu’nun vokalistlerinden Cihan Okan ise 25 Kasım 2012 tarihinde yayımlanan Samet Özçelik röportajında şöyle diyor:

"- Sezen Aksu şarkısı pahalı mıdır?

- Pahalı tabii. Sistem böyle geliyor. Hepimiz pahalıyız. Pahalı olmak zorundasın. Tekne, cip var o zaman kendimi daha iyi hissediyorum. O keyif orada başlıyor.

- Ben şarkıcıyım, geldim Sezen Aksu parçası almak istiyorum. Nasıl işliyor bu süreç?

- Onun bir hiyerarşik yapısı var. Basın danışmanı var, DJ’yi var, birtakım insanlarla konuşuyorsun. Ondan sonra Sezen’le oturmuyorsun, hiç tanımıyorsa seni tabii. Ondan sonra hiç tanımıyorsa seni dinliyorlar beğeniyorlarsa alıyorlar." (3)

Ücretler hakkında bir şey söylemek de çok doğru değil ancak internette araştırdığınızda, bir Sezen Aksu şarkısının 30 bin TL ile 30 bin Euro arasında olduğu rivayet ediliyor. Sabah Gazetesi’nden Mehmet Çalışkan, 10 Mart 2008 yılındaki bir yazısında beste bedellerini şöyle vermiş: Sezen Aksu: 30 bin Euro, Kayahan: 40 bin $, Nazan Öncel: 30 bin $, Şehrazat: 30 bin $, Yalın: 30 bin $ (4)

Elbette herkes istediği gibi ticaret yapabilir ancak ticaretin de kuralları var. Eğer piyasada bir kartel gibi davranarak, kaynaklara böylesine hakim olursanız, müzik yapmak için uğraşan binlerce müzisyenin önünü kapamış olursunuz. Eğer tüm albümlere siz beste yapar verirseniz, diğer besteciler aç kalır; eğer her yıl yeni bir vokalisti süsleyerek piyasaya sürerseniz, kendi olanakları ile piyasaya çıkmaya çalışan kişilerin hayallerini yıkarsınız. Müzik çokseslilik demektir. Vokalistlerinizi kendi şarkılarınızı pazarlayacak yeni bir kanal gibi kullanmak yerine, kendisi de şarkı yazan, piyano çalan birisine destek olunsaydı her şey farklı olabilirdi. Piyasayı kendi kişiliği olan, farklı bir sese sahip müzisyenler yerine, sanatsal kimliği, özgün bir sesi olmayan Sezen Aksu kopyaları ile doldurmaktaki amaç parasal bir kaygı mıdır, yoksa herkes benim şarkımı söylesin, herkes beni dinlesin türünden önüne geçilemeyen bir ego mudur bilemiyorum ama bu şarkılar çok satıyor, diye birbirine benzeyen ezgilerden daha kaç bin tane dinleyebiliriz? Her şirket, her sanatçı değişimin gerekliliğini ön plana çıkarırken, Sezen Aksu ve arkadaşlarının yıllardır, böylesine tek yönlü, tek dilli bir anlayışı dinleyicilere dayatmasını doğrusu anlayamıyorum. Elbette burada, zorla yapılan bir satıştan söz etmiyorum. Sezen Aksu parçalarının alıcısı var. Hem de öylesine istekli alıcılar ki Sezen Aksu’yu, "bu parçayı başkasına verirsen intihar ederim" diye tehdit edecek kadar çok seviyorlar. (5)

27 Ağustos 2010 tarihinde taksitle Sezen Aksu bestesi alan Ebru Yaşar şöyle diyor: "Sezen Aksu'nun besteleri çok pahalı. Allah'tan taksitlendirme yapıyor. Bir yıla kadar ödeyeceğim.” (6)

Kredi kartına taksitle beste satmak hiç de ayıp değil, alıcı bulsam bugün göğsümü gere gere aynı işi yapar, bir de evimin camına reklam afişi asarım. Ancak Sezen Aksu denildiğinde nedense bu ticari faaliyet gizleniyor. Eğer gizlenecek bir şey varsa yapmamak daha doğru değil mi, ya da bu işi ticarete döktüyseniz, bunu da olduğu gibi kabul edip, ürününüzü sanat, beste, arkadaşlık yardım gibi kutsal ambalajlara sarmaya gerek var mı?

“İstemeyen dinlemez, sana ne oluyor?” diyenler için şunu eklemeliyim: Kimsenin kazancında gözüm yok ancak Türkiye’deki müzik yazarları, Sezen Aksu’nun pop müziğe olan katkılarını fazlasıyla görürken, verdiği zararı göremiyor, yazamıyor belki de farkedemiyorlar. Oysa halkın nefesini tutan, insanların duygusal damarını yakalamasını bilen bir kişi, bunu ticarete döküp tüm piyasayı ele geçirdikten sonra, daha da çok satacağım diye, işi kendi müziğini bile yozlaştıracak bir aşamaya vardırmaktan çekinmiyorsa, elbet birilerinin de bunu eleştirme hakkı olmalı.

Bestecilikle ilgili de birkaç noktaya değinmekte yarar var. Bir besteci, halk ozanı, müzisyen elbette mırıldanarak kendisi için besteler yapabilir ancak müzik piyasasını yönlendiren, tüm şarkıcılara bestelerini satan bir müzik insanının bir enstrüman çalmadan, mırıldanarak beste yapması, bunun üstüne akorları başka bir müzisyenin yazıp notaya alması, bana tuhaf geliyor. Ben ıslıkla bir ezgi çalıp, bu ezgiyi, ünlü bir besteciden senfonik bir yapıt için orkestraya uyarlamasını istesem, bu yapıt bana ait olur mu dersiniz. Armoni, ezginin saçlarına tutturulan bir toka değildir, beste yaptığınızda, akorları da yazmalısınız. Armonik yapıyı ve enstrümanı dışarıda bıraktığınızda, geriye birbirine tıpatıp benzeyen, sıradan, ağdalı, zorlayarak yapılmış bin tane şarkı kalıyor. Her müzisyenin aklına günde onlarca fikir gelebilir. Bunların önemli bir bölümü çöp kutusunu boylar, ancak süzülenler ulaşır dinleyiciye. Ressam, tablosunu bitirene dek onlarca eskiz yapabilir. Eğer siz aklınıza gelen her ezgiyi, her eskizi, "bu şarkı da süper satar" diye ortalara dökerseniz, işte bugün olduğu gibi, pop müziğin de köküne kibrit suyunu dökmüş olursunuz. On beş dakikada bir şarkı yazıyorum diye böbürlenmek, bir yapıtı için günlerce, haftalarca, aylarca çalışan besteciler açısından ancak bir saygısızlık örneği olabilir. Bu işin müzikal tarafı. Eğer bu bir müzik işi değil, biz ticaret yapıyoruz deniliyorsa o zaman 'yardım', 'okul', 'destek' sözcüklerini bırakmak gerekiyor. Ticaret konusuna girmişken iki konuyu daha gündeme getirmek istiyorum :

1-) Bu besteler gerçek satış değeri üzerinden fatura edilip, vergileri ödeniyor mu? Eğer herkesin bildiği, çok açık bir ticari faaliyet yapılıyorsa, bunun için bedeller ödeniyorsa, elbette Sezen Aksu parçalarını satın alan kişilerde birer fatura da olmalı.


2-) İkinci konu ise satış değil satın alma tarafıyla ilgili. Sezen Aksu, müzik piyasasında hem müzik satıcısı hem de alıcısı olarak rol alıyor. Sezen Aksu'nun 1998 yılında piyasaya çıkan "Adı Bende Saklı" adlı albümünde yer alan aynı adlı parçada, besteci adı Yorgos Stavrianos olarak görülüyor, oysa gerçek besteci Yannis Karalis. Yannis Karalis, parçasının izinsiz kullanımıyla ilgili olarak açtığı davayı 10 yıllık bir hukuk mücadelesinin ardından kazanıyor ve Sezen Aksu 35 bin Euro tazminat ödemeye mahkum oluyor. Sezen Aksu’nun menajeri Yaşar Gaga “Sezen Hanım’ın ‘Adı Bende Saklı’ şarkısının bulunduğu albümün kartonetinde besteci olarak Yiannis Karalis yerine başka bir isim yazılmış. Yani hata Sezen Aksu’nun değildir. Biz kimsenin hakkını elinden almadık. Böyle bir nedenden dolayı da bu kadar büyük bir tazminat verilmemeli” demiş. Bestelerinizi 30 bin Eurodan satacak, ancak siz başkalarının bestesini para ödemeden kullanacaksınız. Hem de büyük bir uyanıklık yaparak, bestecinin yerine başkasını adını yazıp, ona telif ödediğinizi iddia ederek. Ben komşum Hamdi Abi’ye telifini ödemek suretiyle, kendi albümümde, Sezen Aksu bestelerini kullanabilir miyim? Başkalarının bestelerini bu şekilde izinsiz kullanmak, yakayı ele verince de suçu kartoneti yapanların üstüne atıp, bu para çok değil mi diye menajeri üzerinden mesaj göndermek, bu işten ekmek yiyen birisi için çok da etik bir davranış değil. "Sezen Hanım, kendi albümüne adını veren parçasının bestecisini bilmiyordu" demekse, kimse kusura bakmasın, insanları aptal yerine koymaktır. 

Genellemelere karşıyım ancak birkaç istisnayı dışarıda bırakırsak, Sezen Aksu ve okulundaki şarkıcıların bir ortak özelliği de muhalif bir kimliğe sahip olmak yerine, tekne ve cip odaklı, popülerlik ve çok satma sevdası ile tutuşmuş, nabza göre şerbet ekolünün temsilcileri olmaları. Müzik piyasasında, öylesine farklı kesimlerle ticari ilişkiler kurulmuş ki, bir yandan Gezi Parkı’na, Ali İsmail Korkmaz’a, Berkin Elvan’a göz kırpmanız, diğer yandan Gezi Parkı’na çıkanları en sert şekilde eleştiren Mustafa Ceceli’yle kanka olmanız gerekiyor. Hem hükümetle iyi ilişkiler içinde olup hem de arada bir eleştirmek gerekiyor. Ticari hayatta ya da politik yaşamda pek sırıtmayan bu ikiyüzlülük ne yazık ki müzisyen kimliğinde şık durmuyor. Gezi Parkı’na verilen destek de, ölenlere yakılan ağıtlar da yüreklere ulaşmıyor artık. 

Sezen Aksu ve arkadaşlarının müziğe sağladığı katkılar bugüne kadar çok yazıldı. Bunların az da olsa bir bölümüne ben de katılabilirim ancak resmin tamamını ortaya koymak kaydıyla. Birbirine benzeyen Sezen Aksu şarkılarını yayınlama gayreti yüzünden, pop müzik piyasası, renklerini, kalitesini, kimliğini, kişiliğini yitirdi. Sezen Aksu denildiğinde, Türkçe şarkıları baştan yaratan, Anadoluyu, Egeyi avcunun içi gibi bilen, parçalarını şiir, dili oya gibi işleyen, muhalif bir kadın müzisyeni anlatmak isterdim. O'nun barış sürecine verdiği desteği, Madımak'ta yakılanlar için, ezilen kadınlar, okula gönderilmeyen çocuklar için yaptıklarını anlatmak isterdim ancak bu iki resim ne yazık ki üst üste oturmuyor. Birini söyleyip diğerini eksik bıraksan. O da olmuyor. Belki de en iyisi, başkalarını olduğu gibi, Sezen Aksu'yu da günahları ve sevaplarıyla kabul etmek. Öyle dinlemek.

Kaynakça:
1-Sezen Aksu Tarafından Yazılmış Şarkılar Listesi, Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Sezen_Aksu_taraf%C4%B1ndan_yaz%C4%B1lm%C4%B1%C5%9F_%C5%9Fark%C4%B1lar_listesiErişim Tarihi: 23.06.2015
2-Günaydın (Sabah Gazetesi), http://arsiv.sabah.com.tr/2008/05/08/gny/haber,49F5B13BDB014D1585D5CC595E295CA4.htmlErişim Tarihi: 23.06.2015
3-Samet Özçelik, Cihan Okan Röportajı (8 Mayıs 2008), http://sametozcelik.com/2012/11/25/cihan-okan-sana-bir-sarki-soyletirim-sen-de-inanamazsin/Erişim Tarihi: 23.06.2015
4-Postmedya.com, Mehmet Çalışkan (Sabah), http://www.postmedya.com/gundem/en-pahali-beste-sezen-aksunun-h1093.htmlErişim Tarihi: 23.06.2015
6-Mynet, Ebru Yaşar (27 Ağustos 2010), http://www.mynet.com/magazin/detay/magazin/sezen-aksu-taksitle-sarki-satiyor/4609Erişim Tarihi: 23.06.2015
7-Haberturk, Adı Bende Saklı Yunanlının Çıktı, Özge Eğrikar (4 Ocak 2013),  http://www.haberturk.com/magazin/muzik/haber/808682-adi-bende-sakli-yunanlinin-ciktiErişim Tarihi: 23.06.2015

13 Haziran 2015 Cumartesi

Haziran Yangını

Kadıköy Moda Sahnesindeki küçük salonda izleme fırsatı bulduğum “Haziran Yangını”, Ethem Sarısülük ve ailesine odaklanmış bir belgesel film. 65 dakika süren film, Sarısülük ailesiyle birlikte Gezi Parkı direnişinin Ankara’daki fotoğrafını da önünüze getiriyor.

Haziran Yangını, henüz yaralar sıcak olduğundan, izlemesi çok kolay bir film değil. Her sahnede yüreğinizi acıtan bir ayrıntı, bir bakış, bir gülümseyiş çıkıyor karşınıza. Gürkan Hacır’ın yazıp yönettiği filmde, görüntü yönetmeni olarak Akdeniz Adıyaman yer alıyor. Film, özgün çekimlerin yanısıra polis kameralarından elde edilen görüntüleri, haber kanallarının çekimlerini ve bazı kişisel videoları da içeriyor. Gezi Parkı ile ilgili kısa bir bilgilendirmeden sonra, kameralar Ankara’ya çevriliyor. Film iç içe geçmiş biçimde, Ethem Sarısülük’ün ailesini, direnişi, Ethem'in öldürülüşünü ve yargılama dönemini perdeye taşıyor. Gaz bombaları, TOMA’lar, akrepler ve silahlar, polis terörünün şiddetini hiç abartmadan gözler önüne seriyor. Gürkan Hacır, direnişçilerin -belli kesimler tarafından eleştirilebileceğini düşündüğüm- taş atma görüntülerine de hiç çekinmeden yer vermiş filminde ki bence bu seçimiyle övgüyü hakediyor. Belki de filmin en etkileyici yanı bu: sokakta ne yaşanmışsa perdede de onu izlediğinizi hissettiriyor size Hacır. Eğer bu film eleştirilecekse, polis şiddetini gerçekte olduğundan daha az vermiş diye eleştirilebilir ancak.


Ben filmin müziklerini beğendim. Gerilimli sahnelerde çok ön planda olmasa da özellikle acının öne çıktığı karelerde, biraz daha duygusal bir boyut getiriyor filme. Ağıta varan bölümlerinde bile en ufak bir duygu sömürüsü hissedilmiyor salonda.

Film boyunca Ethem’i hep ön safta direnirken, Erdoğan’ı gerçekleri çarpıtırken, Melih Gökçek’i düpedüz yalan söylerken, Abdullah Gül’ü içeride başka, dışarıda başka konuşurken, Sarısülük ailesini ise tırnaklarıyla direnirken izliyorsunuz. Bunlar gerçeklerle örtüşüyor mu, filmi izledikten sonra siz kendiniz karar verin.

Haziran Yangını, tarihe düşülen bir not gibi. Tarafsız, abartısız, her şeyin olduğu gibi yazıldığı, söylendiği, görüntülendiği bir film. Eksikleri var mı derseniz, kendi adıma, Ethem’i daha yakından tanıyacağımı ummuştum ancak film zaten psikolojik bir derinlik içerme iddiasına sahip değil. Filmin asıl amacı, bir polisiye soruşturması gibi suçun görüntülenmesini, suçlunun yakalanmasını ve kişinin yargılanmasını gerçeklere uygun bir biçimde perdeye taşımak ki bunu da fazlasıyla başarıyor. Ethem'in öldürülmesiyle ilgili videoları sosyal medyada izlemiş, Sarısülük haberlerini okumuşsanız, film size bilgi anlamında çok fazla bir şey sunmayabilir. Ancak bu ayrıntıları bilmeyenler için, özellikle yargılama bölümü son derece çarpıcı ayrıntılar içeriyor.

Direniş sonrasındaki günlerde, Mustafa Sarısülük’ün elinden yaralandığı bir fotoğrafı anımsıyorum. Kendisine de geçmiş olsun demiş ve bu direnişin en güzel yarasına sahip olduğunu söylemiştim. Direnişçilere sataşan bir kendini bilmez bir anda direnişçi grubun içinde kalınca, karşı görüşlü birini kurtarmak için öne atılmış ve yaralanma pahasına onu direnişçilerin elinden almıştı. Vicdan, merhamet, insan sevgisi, ne derseniz. Bu davranış biçimi Alevilerde görülen ve karşı görüşe bile "can" diye bakan anlayışın ürünü. Dikkat ederseniz Ethem’in annesi Sayfı Sarısülük de en sert mesajlarında bile nefret diline yer vermiyor. Filmde, bu vicdan değil de ailenin direnen sert yönü biraz daha ön planda.

Farklı kaynaklardan derlenmiş görüntüleri, aynı öykünün içinde bir araya getirip, aynı kazanda kaynatmak kolay bir iş değil. Müziklerin de yardımıyla "Haziran Yangını" bunu başarıyor. Filmi izlerken, daldan dalan atlayan görüntüleri değil, olay örgüsüne uygun biçimde sıralanmış sahneleri izliyorsunuz.

Filmden çıktığımda, ilk iş gözlerimi siliyorum. Pablo Neruda’dan Hilmi Yavuz’un eşsiz çevirisi geliyor aklıma:

Şiir neye yarar ki çiyler için yazılmazsa
Bu gece için yazılmazsa neye yarar
Ya da korkunç acılarla kıvrandığımız günler için
Bu günbatımı için yazılmazsa
Şurda hızla atan yüreğiyle
Kendini ölüme hazırlayan
Şu yaşlı adamın durduğu
Yıkık köşebaşı için yazılmazsa neye yarar?


Gürkan Hacır’ın bu filmini kaçırmayın. Tertemiz bir ailenin, kirli bir devlete karşı verdiği hukuk mücadelesini, insanların dişleriyle tırnaklarıyla direnişlerini göreceksiniz. En başta Gürkan Hacır olmak üzere, emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler. Yazıyı, Mustafa Sarısülük'ün hastane bahçesinde, kardeşinin ölümünü dünyaya duyururken söyledikleriyle bitirelim:

"Son sözü her zaman direnenler söyler. Ve biz henüz, son sözümüzü söylemedik".