2013 yılı, çoğumuzun yaşamına o güne dek görmediğimiz renkte bir sayfa
ekledi. 31 Mayıs’ta öğleden sonra Gezi Parkı’na geldiğimde, Marmara Oteli ve
civarında dağınık insanlar, meydandaysa slogan atan yaklaşık yüz kişilik bir
grup vardı. Ben destek olmak için meydandaki grubun yanına gittiğimde
karşımızdaki polislerde bir hareketlilik olduğunu gördüm. Daha ne olduğunu
anlayamadan patlamalar duyuldu. Gaz fişekleri, kovandan kaçmış arılar gibi
vızır vızır üstümüze yağıyordu. Dumandan göz gözü görmez olmuştu. Giderek zor
soluk alıyor ama bir yandan da meydandan kaçmaya çalışıyordum. Önümde koşan
şişman adamın kendini yere bıraktığını gördüm. Kimseye yardım edecek gücüm
yoktu, o anda aklımdaki tek şey biraz daha fazla soluk almaya çalışmaktı.
Birkaç kişinin daha yere düştüğünü gördüğümde korktum ama üstlerine basmadan,
aralarından geçmeyi başardım. İnlemeye, böğürmeye benzer sesler geliyordu insanlardan.
Biraz dumanın dışına çıkınca, kaçanların Vakıflar binasına girdiğini gördüm. Onları izleyip, binadan içeri girdim. Konuşacak durumda değildim. Beş on dakika içinde, duman biraz dağılınca içerideki insanların dışarıya çıkıp yerde yatanlara yardım ettiğini farkettim. Gezi’de sihirli eller vardı. İşte ben ilk kez Vakıflar binasında rastladım onlara. Önce yüzümü sildi birisi, beyaz bir sıvı püskürttü sonra yüzüme. Bir yere çöktüm, anlamsız gözlerle çevremi izliyordum. O sırada, binadan çıkmamız gerektiğini söyleyen bir görevliyi duydum. Biraz sonra güvenlik amiri gibi birisi geldi, “kadınlar kalabilir ancak diğerleri binanın dışına çıkacak” dedi. Gezi’de küçük kızlar vardı. İlk kez Vakıflar binasında gördüm ben onları. "Erkekler dışarı çıkarılacaksa biz de çıkarız" dediler. Bir anda topluluk birleşti ve oradan çıkmamaya karar verildi. Güvenlik amirini aradı gözlerim, ortadan kaybolmuştu. Daha sonra, hava iyice temizlendiğinde, kendi isteğimizle kapının önünde beklemeye başladık. Bu arada fotoğraf makinemi çıkartıp birkaç poz çektim.
Ortalık biraz daha sakin görünüyordu, meydana doğru ilerlemeye karar
verdik. Yüz metreden biraz daha fazla yürüyebildik ancak. Meydana yaklaştığımızda
gene çok sert bir müdahale oldu. Dumandan kaçmak için bu sefer Starbucks’a
girdik. İçeride belki iki yüz kişi vardı ve kapıya atılan gaz bombalarının
etkisiyle içerisi soluk alınamaz hale gelmişti. Kapının biraz ilerisinde
polisler, içeride paniğe kapılanlar, bayılanlar, soluksuz kalanlar ve nereden
çıktıklarını gene göremediğim sihirli eller vardı.
Yaralananları ambulanslara taşıyıp ardından Gümüşsuyu’na doğru
çekildik. Biraz ilerlemeye çalıştığımızda polis müdahalesi oluyor ancak gaz
çekilince topluluk yeniden ilerlemeye çalışıyordu.
Fotoğraf makinemi çıkarttım.
Çektiğim karelere bir göz attım. Son karelerde yüzlerce insan vardı.. Bir ileri
bir geri derken hava kararmaya başladı. Karanlıkla birklikte grubu dağıtmaya
karar veren polis, topluluğun üzerine yeniden gaz fişeklerini yöneltti. Öylesine
yoğun bir saldırı başladı ki, sokakta soluk alamaz olup, bölünerek farklı
noktalara kaçmaya başladık. Ben çevremdekilerle birlikte Metro firmasının
Gümüşsuyu’ndaki ofisine sığındım. İçeride yüze yakın direnişçi vardı. Çalışanların
isteği ile ışıkları söndürdük. Polis, sokakta insan avına çıkmış, bütün
binaları kontrol ediyordu. Bu binada yarım saatten fazla çıt çıkarmadan, ışık
yakmadan bekledik. Polis bizi farketmedi.
Tekrar sokağa çıktığımızda hava kararmış, çoğu kişinin sesi slogan
atmaktan kısılmıştı. Polisin müdahalesiyle Gümüşsuyu'ndan aşağı doğru koşmaya
başladık. Görüntü inanılmazdı. Artık sayımız binlerle ifade edilebilecek
düzeydeydi. Yolun kenarındaki metal panellere taşlarla vurarak ritm tutuyorduk.
Bu tempo, toplulukta inanılmaz bir coşku yaratıyordu. Kulakları sağır edecek
gibi çalan onlarca trampet elbette, Gümüşsuyu’nu aşıp, barikatların arkasında
bekleyen polise de ulaşıyordu. Biraz anlamaya çalışsalar, karşılarındaki
topluluğun ne kadar kararlı olduğunu görebilirlerdi.
Sonrasını hızlı geçeceğim. Günlerce sürdü direniş. Cihangir’de kaç kez
bilmediğim evlere girmek zorunda kaldım. Tam “köşeye sıkıştım” derken açıldı
kapılar. Ruhi Su’nun oğluyla tanıştım sığındığımız bir evde, Hollanda’dan Erasmus’la
gelen bir üniversite öğrencisiyle tanıştım. Direnişe katıldığı için çok mutluydu.
Televizyoncular, tiyatrocular, öğrenciler. Hepsi açtılar kapılarını. Anı olsun diye fotoğraflar
çekmiştim girdiğim bir evde. Ev sahibi, poz falan da verdi ama bizi yolcu ederken, “burada çektiğin
fotoğrafları siler misin?” dedi. Sildim tabii ki. Senaryo yazarıymış, sürprizlerle dolu bir senaryo
yazacağından eminim, ileride. Direniş konusunda, pek becerikli olduğumu
söyleyemem. Her şeyden önce, sivil polisi ayırdedemiyorum direnişçiden. İki kere apartman
kapısını polise açmak üzereyken uyarıp kaçmamı sağladı insanlar. Benim için “Şu adamı oradan
kaldırın, herkese açıyor kapıyı” dediklerini de duydum ama duymamazlıktan
geldim.
Taksim’de bazen küçücük stüdyo daireleri, bazen son derece güzel
döşenmiş ofisler çıkabiliyor karşınıza. İstiklal Caddesinde bir polis grubunun
ısrarlı takibiyle, ıssız sokaklardan birinde kıstırılmıştık. Bir yandan koşup bir
yandan da baş hizasından ateşlenen gaz fişeklerinden korunmak için başımı
eğince dengemi yitirip yere yuvarlandım. Kalkmaya çalışırken yeniden düştüm. Yakalalanacağımı
düşünürken, hemen iki metre önümde bir kapı açıldığını gördüm. Sihirli eli
takip edip, eve girdim. İçeride direnişçiler, kendi aralarında koyu bir
sohbete başlamıştı. Bu sefer bir resim atölyesine sığınmışız. “Alt kata inelim”
dedi birisi. Polis, sokağı tutmuş terketmiyordu. Yangın merdiveni gibi dönen
basamaklarla alt kata indik. Dolaptan şaraplar çıktı ve biz güzel bir soul
müziği eşliğinde şarabımızı içmeye başladık. Şunu da eklemeliyim ki, bu
davetsiz toplantılarda konuştuğum kişilerin müzik, edebiyat, sinema bilgileri
beni hep şaşırttı.
Hiç mi eksiği yok bunların diyenler için bir not düşmek istiyorum
tarihe. Siz, direnişçilerin çok iyi yalan söyleyebildiklerini biliyor musunuz?
Parkta veya bir sokak arasında, “herkes sussun annem arıyor” diyen bir sesle
birlikte hepimiz duruyoruz. Herkes olabildiğince sesini kıstığından, tek
taraflı olarak telefon konuşmasını duyabiliyoruz.
- Çıkarken söyledim ya Aslı’lara gideceğim diye.
- ………
- Ne sesi? Yok yok balkondayız.
- ……...
- Hadi kapat anne, ben yarın ararım seni.
- ……..
- Ya ne Gezi’si anne deli misin, Aslı’lardayım diyorum sana.
Hiçbir yeri kırıp dökmedik ama arada istenmeyen şeyler de oldu ne
yazık ki. Berkin Elvan’ın cenaze töreni sonrasında, nasıl oldu bilmiyorum DHKP-C’li
bir grubun içinde kaldım. Sokağın iki ucunda da polis olduğu için bir yere kıpırdayamıyordum.
Ben ve benim gibi, istemeden bu grubun içine düşmüş birkaç kişi dışında yüzü
açık pek kimse yoktu. Grup birden caddedeki Akbank Şubesinin camlarını indirip
şubeye girdi. Akşam olduğundan şubede çalışan kimse yoktu. Sırayla içeri girip,
buldukları ne varsa kırıp döküyorlardı. Bankanın hemen yanındaki dönerciyse hiçbir
şey olmamış gibi dönerini kesmeyi sürdürüyordu. O an, bu görüntüyü
fotoğraflamayı çok istedim ancak bankayı talan eden kişilerin hedefi olmamak
için makinemi çıkartamadım. Gemi batıyor bari bir sigara içeyim gibi değil,
yanınızda tanıdık bir gemi batıyor, siz de hem onu seyrediyor hem de kendi
geminizde güverteyi temizliyorsunuz gibi. Bir bahaneyle dönerci dükkanına girdiğimde,
adamın bir yandan döner keserken diğer yandan da omzuyla kulağı arasına
sıkıştırdığı telefonla konuştuğunu fark ettim. Ben tam, nasıl bu kadar
soğukkanlılıkla döner kesmeyi sürdürdüğünü soracaktım ki, adamın kısık sesle “banka
gitti, abi bizim de hemen çıkmamız lazım” gibi laflar ettiğini işittim. Meğer adam korkudan
şoka girmiş, döner kestiğinin bile farkında değil. Buna benzer bir şiddet tablosuna, Gezi
Parkı civarında hiç tanıklık etmedim.
Kaldırımdaki küçük taşlardan barikata malzeme taşımak için kurulan zinciri hatırlıyorum. 15 metrelik bir uzaklık vardı barikata. Yirmi kişi olsa son derece hızlı yapılacak bir işi biz elli kişiyle yaparak zaman kaybediyorduk. 'Sayımızı azaltalım', 'zinciri küçültelim' çağrıları hep yanıtsız kalıyordu, kimse zincirden çıkmak istemiyordu çünkü. Dayanışmanın insan ruhuna iyi geldiğini ben Gezi'de öğrendim.
Üstünden iki yıl geçmiş. Bazı sözcükler vardır duyunca gözleriniz parlar. Hani çingene şarkılarıdır, sadece yazın, dolunayda çalınır. Çocuklar gibi. Çocuklar neyse Gezi Direnişi de benim için öyle. Aklıma gelince, içim kıpır kıpır olur. Heyecan mı, öfke mi, hırsız polis oynamak mı? Sanırım hiçbiri değil.
Üstünden iki yıl geçmiş. Bazı sözcükler vardır duyunca gözleriniz parlar. Hani çingene şarkılarıdır, sadece yazın, dolunayda çalınır. Çocuklar gibi. Çocuklar neyse Gezi Direnişi de benim için öyle. Aklıma gelince, içim kıpır kıpır olur. Heyecan mı, öfke mi, hırsız polis oynamak mı? Sanırım hiçbiri değil.
İki yıl sonra düşünüyorum da. Kazanmak ya da kaybetmek bile değil, sadece
dostların arasında olmakmış güzel olan.