28 Mart 2015 Cumartesi

Türkiye’de İnsan Kaynakları ve Ayrımcılığın Binbir Yüzü

Türkiye’de insan kaynakları özellikle de işe alım alanındaki uygulamaların bir bölümü bana eskilerin galat-ı meşhur (herkesçe yapılan, sık rastlanan hata) sözünü anımsatıyor. En büyük firmasından, küçük işletmesine kadar öylesine ayrımcılıklarla karşılaşıyor ki insan, bu uygulamaların nasıl olup da bu kadar yaygın hale geldiğine şaşıyor. Bu ayrımcılık kimi firmada cinsiyet ayrımcılığı, kimi firmada görünümle ilgili ayrımcılık, kimi firmada ise açıkça ırkçılık biçiminde ortaya çıkıyor.

Normalde sorulmaması, özgeçmişlerde bulunmaması gereken bilgiler Türkiye’de veri tabanları üzerinden sorgulanabiliyor ya da açıkça iş başvurusu yapan adaylara sorulabiliyor. Ayrımcılığın en fazla olduğu alanlar ise iş ilanları, mülakatlar, işe alım ve terfi noktasındaki tercihler.


Bir okulda öğretmen olduğunuzu ve sınıflarınızın hepsinin içinden farklı topluluklar için seçilecek öğrenciler konusunda bu toplulukların liderleriyle birlikte karar vermeniz gerektiğini düşünelim. Şiir Topluluğuna edebiyat dersi iyi olan ya da kitap okumayı sevenleri, Astronomi Topluluğuna uzaya meraklı ya da fiziği iyi olan öğrencileri, Müzik Topluluğuna da herhalde sesi güzel olan ya da bir saz çalmayı bilen öğrencilerinizi yönlendirirsiniz. Peki ya sizden Şiir Topluluğu için uzun boylu, hoş sohbetli, Lise I’e giden bir kız öğrenci istenirse? Sanırım pek çok öğretmen buna tepki gösterir ancak Türkiye’deki İnsan Kaynakları yöneticilerinin ayrımcılığa tepki gösterdiklerine ben pek tanık olmadım. Hatta çoğu zaman, çağdaşlık, ahlak, şirket kültürü, muhafazakarlık gibi muğlak kavramlar etrafında bu ayrımcılık uygulamalarını yaşama geçirenler ne yazık ki insan kaynakları çalışanlarından başkası değil.

Dilerseniz ülkemizde en sık rastlanan ayrımcılık türlerine bir göz atalım:

Yaş Ayrımcılığı
Türkiye’de en yaygın ayrımcılık türüdür. Belli başlı tüm iş bulma sitelerinde yaş aralığı girerek arama yapabilirsiniz. İş arıyorsanız, doğum tarihinizi doldurmadan özgeçmiş oluşturamaz veya veri tabanınıza girdiğiniz yaşınızı firmalardan saklayamazsınız. İlan veren firmaysanız, hiç utanmadan “falanca yaşından gün almamış” diye yazabilir, ilanınızı körpe, çiçeği burnunda, yeni mezun gibi sıfatlarla süsleyebilirsiniz.



Cinsiyet Ayrımcılığı
Bir kişi hangi işi yapıp hangisini yapamayacağını en iyi kendisi bilir sanırım. Eğer bir kadın ‘ben araç sürücüsü olabilirim’ diyorsa, ya da bir erkek ‘ben ofis temizliğini yaparım’ diyorsa bence bunun üstüne kimsenin söz söyleme hakkı olmaması gerekir. Bu meslek-cinsiyet sınıflandırmasının temelinde ne olduğunu bilmiyorum. Örneğin İstanbul'daki minibüs, otobüs, taksi sürücülerinin müşteriye davranış biçimleri, kural tanımazlıkları ve şiddet eğilimleri göz önüne alındığında, bu sektördeki erkeklerin neredeyse tümünün başarısız olduklarını söyleyebiliriz. Bu göreve yeni bir erkek alınırsa başarısız olacağı neredeyse kesin gibi, kadın olursa en azından denenmemiş, bir umut var diyebiliriz. Ama uzmanlara bakarsanız: “Şoförlük, erkek işi”.


Irk Ayrımcılığı
Türkiye’de sanıldığından daha yaygın bir ayrımcılık türüdür. Adı böyle konmaz elbette. İşveren, şivesinden, adından, soyadından anlar kişinin ırkını ama ‘Ermeni olduğunuz için sizi alamıyoruz ‘ya da ‘Kürtlerle çalışmayı doğru bulmuyoruz’ demezler. ‘Sektördeki konjonktürel dalgalanma neticesinde, sizinle görüştüğümüz pozisyon geçici bir süreliğine askıya alındı’ ya da ‘söz konusu pozisyon için daha uygun bulduğumuz başka bir adayla anlaştık’ derler. Bu arkadaşlar, öyle güzel yalan söyler ki çoğu zaman kendileri bile inanır yalanlarına, içlerindeki ırkçılığın farkına bile varmazlar.



Dinsel Ayrımcılık
Türkiye’de daha çok kamuda ve muhafazakar kurumlarda görülen bir ayrımcılık türüdür. Manevi eksikliğiniz veya yanlış mezhepte bulunuyor olmanız, sizi kırmamak için dolambaçlı yollarla ifade edilir. Örneğin, Aleviler genellikle ‘bir diğer aday daha yüksek puan aldığı için’ elenirken, ramazan ayında yapılan mülakatta su içenler ‘şu an için acil bir personel gereksinimi olmadığından’ dolayı geri çevrilirler. Ateistlerin işi çok daha zordur. Hayvanat bahçesine hayvan olarak başvursalar bile ‘özellikleriniz adı geçen pozisyon için yetersiz bulunmuştur’ yanıtını alırlar. Belki bir yanıt gelir diye beklenen süreler hiç bitmez. Elbette bazıları için zaman daha değerlidir. Örneğin cemaat mensubuysanız siz iş başvurusu yapmadan kartvizitiniz basılıp odanız döşenir (En azından bir zamanlar öyleydi). Yazılı sınavdaki sorular bir gece önce rüyanızda gördüğünüz soruların içinden çıkar, mülakattaki en zor soru ise, ‘Amcanız beyefendi inşallah nasıllar?’ türündedir.

Bazı uyanık kişiler uygulamadaki bu ayrımcılığı bildikleri için farklı sakal bıyık formları, muhafazakar selamlaşmalar ve çeşitli Arapça sözcük öbekleri ile şanslarını artırmaya çalışsalar da devleti kandırmak öyle sanıldığı kadar kolay değildir. En azından başörtülü bir eş ya da seccade üstünde uyuyakalmış bir sosyal medya fotosu gibi kanıtlar gerekir.



Meme Ayrımcılığı
İşveren her zaman uyanık olmak durumundadır. Yirmili, otuzlu yaşlardaki her bekar kadın, işe girer girmez evlenip bebek doğurarak, endüstriyel üretim hattının sürekliliğini riske edebilir. Eğer ‘Falancanın bugün süt izni vardı da o yüzden müşterinin siparişleri yetişmedi’ sözünü duymak istemiyorsanız, ilgili kişiye, işe alırken dobra dobra : ‘Erkek arkadaşınız var mı?’, ‘Varsa ne sıklıkta sevişiyorsunuz?’, ‘Her zaman korunuyor musunuz?’, ‘Çocuk düşünüyor musunuz?’ gibi aklınıza gelen abuk sabuk tüm ayrıntıları sorabilirsiniz. Burası Türkiye olduğundan, kimse ‘Sana ne arkadaş?’ demez.



Okul Ayrımcılığı
Bazı okullarda okuyanların pek hoşuna giden, sevimli bir ayrımcılıktır bu. İş ilanları, Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinden diye başlar. Sonra örneklendirir kimisi: ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi diye devam edip gider. Kendi okulunuzu ararsınız meraklı gözlerle ama bulamazsınız. Bir aşağılık duygusu çöker üstünüze. ‘Keşke’ ile başlayan cümleler kurarken uykuya dalar, rüyanızda kendi boğazınızı sıkarsınız.


Cinsel Tercih Ayrımcılığı
Türkiye’deki küfürlerin, aşağılamaların, alaycılığın cephaneliği LGBTİ bireyleridir. Türkiye’yi bilmeyen birisi, iki çalışanın aralarındaki konuşmaya baksa, ülkedeki yöneticilerin önemli bölümünün eşcinsel veya farklı cinsel tercihlere sahip kişilerden oluştuğunu sanabilir. Oysa durum ne yazık ki tam tersidir. LGBTİ bireyleri çoğu zaman, nefretle karışık bir ayrımcılıkla karşı karşıya kalırlar. Bütün kapılar yüzlerine kapanır, seks işçisi olarak bile yer bulamazlar iş yaşamında. Alışveriş yaparken, yürüyüşe çıkarken, komşularının kapısını çalarken hep çekinirler. Öylesine dışlanırlar ki toplumdan, Eylül Cansın'ın aşağıdaki videosunda olduğu gibi çaresizlik içinde toplumun onları ittiği yere sürüklenirler. 



Sakat Ayrımcılığı
Kulağı duymayan bir kişi, santral operatörü olarak iş arar mı sizce? Ya da gözü görmeyen birisi grafik tasarımcısı pozisyonuna başvurur mu? Herkes, kendi sakatlığının hangi işi yapmasına engel olacağını en iyi kendisi bilir sanırım. O zaman özgeçmişlerde sakatlık sorgulamanın ne gereği var? Eğer sakat kadrosundan bir işe alım yapılacaksa ya da kişi bu şekilde başvuruyorsa bunu belirtmek anlamlı olabilir ama normal bir iş ilanında adayın sakatlık durumunu sorgulamak, bence çok açık bir ayrımcılık. Türkiye’de sakat oranı, toplam nüfusun % 12’sinden fazla. Bu insanların % 85’i ilkokul mezunu. Yani ayrımcılık, bu kişilerin eğitim hakkından başlıyor. Sakat insanları eğitimsiz bırakıp, sosyal yaşamın dışına itip sonra da iş ararken -% 100 durgun zekalılar tarafından hazırlandığını düşündüğüm- bir oransal sakatlık sorgulamasıyla karşı karşıya getirmek hiç adil değil. Eskiden iyi kötü kamuda çaycı, odacı, santralci olarak çalışabilen sakatlar artık iş yaşamında iyice azaldılar. Haklarını yemeyelim, gene devlet kurumları bu konuda biraz daha iyi. Ben bugüne kadar hep özel şirkette çalıştım, hiç sakat arkadaşım olmadı. Siz hiçbir özel bankada sakat bir müşteri temsilcisi gördünüz mü? Göremezsiniz, onlar sakatları sadece reklamlarında kullanır çünkü. O muhteşem dekorasyon, duvara asılı tablolar ve son model arabalar. E şimdi öyle bir ortama da genç, boylu poslu, güzel, yakışıklı çalışanlar gider. Bu kadar şık döşenmiş, para harcanmış bir yerde oflaya puflaya yürüyen bir sakat sizce de çok çirkin bir görüntü değil mi?


Birçok firma, yasal olarak zorunlu olduğu halde sakat çalıştırmayıp aylık olarak cezasını ödemekte veya sakat kişilerle anlaşıp, gerçekte çalışmadığı halde bu kişileri bordroda gösterip, oturdukları yerden onlara maaş ödemektedir. Bu uygulama, sakatları işe yaramaz olarak görerek onları dilenci durumuna düşüren ilginç bir ayrımcılık uygulaması olarak iş tarihimize geçmiştir.


Kanca Burun, Çarpık Diş ve Kıllı Bacak Ayrımcılığı
Sevgili kanca burun, ben bugüne kadar binlerce iş ilanına baktım. Sen yorulma diye söylüyorum, bugüne kadar seni arayan bir allahın kuluna rastlamadım. Belki yüzüne de söylememişlerdir ama sen de o bakışlardan anlamalıydın dostum. Bu burunla iş başvurusu yapılır mı? Hadi sen yaptın, firma yetkilileri de profilden bakmayı atlayıp seni işe aldı, gerçekçi olalım, nereye kadar yükselebilirsin ki bu burunla? Peki ya sen koca göbek, sen kepçe kulak. Bugün için size uygun bir pozisyonumuz yok ama şunu bilmenizi isteriz ki, eğer sirk işletiyor olsaydık inanın ilk önce sizlerle görüşmek isterdik.


Genellikle kendisini ‘giyimine özen gösteren’, ‘bakımlı’, ‘prezantabl’ gibi sıfatlarla belli eden bir ayrımcılık türüdür. Türkiye’de özgeçmişlerin fotoğraflı olması, kimsenin sorgulamadığı bir durumdur. Birkaç yıl sonra iş arama portalleri özgeçmişlere, mayolu resim, profilden resim, boydan resim, dişlerin genel görünümü gibi farklı fotoğraf kategorileri de eklerse eğer, firmalarımız daha rahat ‘elemanken’ bulabilir kendine.

Şimdi, firma yöneticileriyle işe alım danışmanlarının yaptığı ‘hayali’ görüşmelerde, bu ayrımcılık türlerinin nasıl konu edildiğine bakalım:

- Biliyorsunuz, patronlarımız muhafazakar. Bizim kültürümüze uyacak arkadaşlar olsun ki onlar da rahat etsinler biz de.
- Kadınlar çok açık olmasın, erkekler de küpe takmasın gibi düşünebilir miyiz?
- Estağfurullah, biz ayrımcılığa karşıyız. (Aferin doğru anladın).
- Bunu duyduğuma çok sevindim. (Hadi oradan).

- Biz çağdaş bir kurumuz, çalışanlarımızın da hem düşünce olarak hem de giyim kuşam olarak belli bir standartta olmasını tercih ediyoruz.
- Kızlarda başörtüsü olmasın diyorsunuz yani.
- Hayır öyle bir şey demedim, biz ayrımcılığa karşıyız. (Aferin doğru anladın).
- Bunu duyduğuma çok sevindim. (Hadi oradan).

- Patronumuz Karadenizli, bazı konularda biraz tutucu. Açıkçası belli bölgelerin insanıyla daha rahat anlaşabiliyoruz.
- Kürt olmasın istiyorsunuz değil mi?
- Hayır ben öyle bir şey söylemedim, biz ayrımcılığa karşıyız. (Aferin doğru anladın).
- Bunu duyduğuma çok sevindim. (Hadi oradan).

- Bizim sosyal aktivitelerimiz çok olur. Akşam Boğazda balık yemeye gittiğimizde ya da eğlenmeye çıktığımızda bize ayak uydursun.
- Yani bulacağımız aday, sorulduğunda ‘ben içki kullanmıyorum’ demesin öyle mi?
- Hayır canım, biz ne karışırız insanların yediğine içtiğine. (Aferin doğru anladın).
- Bunu duyduğuma çok sevindim. (Hadi oradan).

- Çok büyük bir aile gibiyiz. Mesela ramazanda bahçeye iftar sofralarımız kurulur, patronlar, işçiler hep beraber aynı sofraya otururuz.
- Oruç tutmayan, namaz kılmayan kişiler uygun değil mi diyorsunuz?
- Ne münasebet, biz insanların inançlarına, ibadetlerine karışmayız. (Aferin doğru anladın).
- Bunu duyduğuma çok sevindim. (Hadi oradan).

Elbette her görev, farklı kişilik özellikleri gerektirecektir. İş ilanlarında, bu özelliklerin dile getirilmesinde ya da seçme-yerleştirme işlemlerinde bunların belirleyici kriter olarak kullanılmasında bir sakınca yok. Yani siz enerjik, dinamik, kıpır kıpır birini arama hakkına sahipsiniz ancak bu özellikleri 18-25 yaş arasına hapsedip diğer insanları dışarıda bırakma hakkına sahip olmamalısınız. Ya da dayanıklı, güçlü, sert mizaçta birini arayabilirsiniz ancak bu özellikleri erkek olmakla ilişkilendirip kadınları dışarıda bırakmamalısınız. Neden mi?

Çünkü, işe girerken, performans değerlendirilirken ya da terfi ederken tüm çalışanların eşit biçimde yarışması bir kurumun çimentosu gibidir. Eşitlik ve adalet değerlerine dayanan bir organizasyonel yapı, dürüstlük, açık iletişim, dayanışma ve birlik kültürünün gelişmesi için de en uygun ortamı yaratır. Türkiye’deki gibi ayrımcılık, kayırma ve adaletsizliğe dayanan bir yapıya sahipseniz, bu değerler size ancak yalakalık, zorbalık, baskı, yolsuzluk, karalama, ve dedikodu kültürü için uygun bir ortam yaratır.

Kısaca söylemek gerekirse: Eşitliğin büyüttüğü yapıları, ayrımcılık çürütür.

Yazar: Burak Kaya (SEO - Content Marketing)

23 Mart 2015 Pazartesi

Sırça Hayvan Koleksiyonu

Ümraniye sahnesinde izlediğim Sırça Hayvan Koleksiyonu (1), İstanbul Şehir Tiyatrolarının 2014-2015 sezonundaki yeni oyunlardan birisi. Yıldırım Fikret Urağ’ın yönettiği Tennessee Williams’ın ‘The Glass Menagerie’ adlı ünlü oyunu, büyük buhran sonrasında, ekonomik zorluklarla boğuşan bir aileyi anlatıyor. Çevirinin, Aytuğ İzat’a ait olduğu oyunda yönetmen yardımcıları ise Sevinç Erbulak, Hüseyin Tuncel, Alp Tuğhan Taş ve Yağmur Damcıoğlu.


Tennessee Williams, bu oyun için ’memory play’ tanımlamasını yapıyor. Oyunun hem içinde hem de dışında olan Tom, kimi zaman sahneye girip karakterini canladırıyor, kimi zaman da izleyicilerin arasında bir anlatıcı oluyor. Tom, ilk sahnede, bu oyunun, anıların izinde, hafifçe karanlık, duygusal ve gerçek dışı bir oyun olduğunu söylüyor. Buradaki 'gerçek dışı' kavramını biraz açmakta yarar var. Tennessee Wlliams’ın gerçek dışı tanımı, oyundaki anıların bazı ayrıntıları öne çıkarması, bazılarını ise görmezden gelmesiyle ilgili. Belki Tom’un söz ettiği loşluk, yani ışığın biraz hafif olması, gerçekten bazı anıların belirsiz birer gölge gibi oyundaki  karakterlerin  üzerini örtmesine neden oluyor ancak bana sorarsanız oyun yaşam kavgası, karakterler ve aile içi ilişkiler açısından ayağını yere basan bir oyun. Her kurmaca yapıt gibi yaşamın bire bir kopyası değil. Belki daha şiirsel, biraz daha lirik ve daha karanlık. Tennessee Williams’ın kendi yaşamından da kesitler taşıyan bu oyun, 1930’ların Amerikasındaki ekonomik zorluklarla boğuşan orta sınıf bir aileyi yansıtması açısından son derece gerçekçi bir arka plana sahip. Tennessee Williams’ın gerçek adı olan Thomas ile oyundaki karakterin adı Tom; Williams’ın şizofreni hastası olan kız kardeşi Rose ile oyundaki kırılgan, sakat kız kardeş Laura, oyundaki otobiyografik öğelerden en öne çıkanları.


Sırça Hayvan Koleksiyonu sahnede bir sinema gibi perdenin de kullanıldığı ve zaman zaman bazı kişilerin, motiflerin, simgelerin bu perdeye yansıtılarak vurgulandığı farklı bir boyuta sahip. Bildiğim kadarıyla oyun ilk sahnelendiğinde bu yöntem kullanılmamış ve Tenessee Williams da buna itiraz etmemiş. Daha sonrakilerde de yönetmenin seçimine göre, perde zaman zaman kullanılsa da çoğu yönetmen perdeye yansıtılan görüntünün oyuna katkısı olmayacağını düşünmüş olmalı ki perdeyi hiç kullanmamış. Kullanıldığı zamanlarda ise perde, genel olarak sahnenin arkasında duran ve oyundaki anlatımı destekleyecek simgelerin perdeye yansıtılmasını sağlayan ikincil bir işleve sahip.  Laura’nın kırılganlığını simgeleyen camdan hayvanlar, Tom’un uzaklara gitme düşünü simgeleyen yangın çıkışı, gerçek yaşamdaki Tom’un kız kardeşi Rose’u anımsatan Mavi Gül (Blue Rose) oyunda kullanılan simgelerden bazıları.



Yönetmen Yıldırım Fikret Urağ, belki de biraz risk alarak, oyuna farklı bir boyut getiren bir seçim yapmış. Çoğu yönetmenin arkada veya tümüyle dışarıda bıraktığı perde, Urağ’ın yönetmenliğinde neredeyse tüm sahneyi kaplayacak kadar büyük ve sahnenin de önünde. Perdeyi oyunun önüne ve içine almak nasıl olabilir derseniz bunu oyunda görmelisiniz. Yalnızca şu kadarını söylemekle yetineyim, tiyatro ve sinemanın iç içe geçtiği, canlı bir sinema performansı gibi düşünebilirsiniz. Işık öylesine güzel kullanılmış ki, perde-sahne geçişleri, bir yapım sonrası işleminden (post prodüksiyon) geçmişçesine kusursuz. Oyuncular sinema perdesine girip, sahneden çıkıyor, ışıklar kimi zaman perdeyi, kimi zaman tüm derinliğiyle sahneyi kuşatıyor. Kuşkusuz, bir kaçış simgesi olarak, yangın çıkışından çok daha etkili bir iz bırakıyor Tom'un sinema tutkusunun sahnedeki perdeye yansıtılması. Bu görsel şölen öylesine abartısız ve doğallıkla sunuluyor ki, koltuğunuzda büyülenip kalıyorsunuz. Işık dengesi inanılmaz. Mumlar yandığında, sanki o son mum yanmasa, karanlıkta kalacakmış gibi hissediyorsunuz sahneyi. Işıklar, ‘loş’ sözcüğünü sanatsal olarak ifade etmek için tasarlanmış gibi. Oyun bittiğinde birer fotoğraf karesi gibi, tüm sahneler belleğinizde kalsın istiyorsunuz. Oyunda, sahne ve ışık tasarımını yapan Cem Yılmazer’in emeği çok büyük. Kostüm tasarımı ile Nihal Kaplangı da sizi 1930’lara götürüyor.


Oyunculara gelecek olursak, Tom’u oynayan Edip Tepeli, Amanda’yı oynayan Sevil Akı, Jim’i oynayan Tanju Girişgen ve Laura’yı oynayan Ayşecan Tatari rollerinde çok başarılılar. Ortak nokta olarak oyunculuklar öylesine doğal ki, burada da yönetmenin bir yönlendirmesi veya seçimi var havası uyanıyor. Edip Tepeli’nin yere düştüğü birkaç sahnede, ben bir yerine bir şey olacak diye korktum. Ayşecan Tatari, Laura’nın ürkek, kırılgan, içe dönük dünyasını o kadar güzel yansıtıyor ki, oyunun belki de en can alıcı noktaları onun oyunculuğunda doruklara çıkıyor.

Yıldırım Fikret Urağ, İstanbul Şehir Tiyatroları için çok büyük bir şans. Onun yönetmenliğinde tiyatronun bir ekip işi olduğuna bir kez daha ikna oldum. Ne yapıp edin, bu oyunu görün. Eğer sinemayla, fotoğrafla, ışıkla ilgileniyorsanız ya da görsel sanatlara merakınız varsa hiç kaçırmayın. Evrensel bir dile, inanılmaz bir görselliğe, çok iyi oyunculuklara ve sanki -gücünün farkında olmayan- tuhaf bir sadeliğe sahip, Sırça Hayvan Koleksiyonu. 

Kaynakça:
1-İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, Sırça Hayvan Koleksiyonu,

20 Mart 2015 Cuma

Ölü Ordunun Generali

İstanbul Şehir Tiyatrolarının 2014-2015 sezonundaki yeni oyunlardan birisi İsmail Kadare’nin aynı adlı romanından uyarlanan Ölü Ordunun Generali.(1) Yeton Neziray’ın tiyatro için uyarlayıp, Bilge Emin’in Türkçeleştirdiği oyunu yönetmen M.Nurullah Tuncer sahneye koyuyor. Üsküdar Musahipzade Celal sahnesinde izlediğim Ölü Ordunun Generali’nde dramaturji Hatice Yurtduru’ya, sahne tasarımı M.Nurullah Tuncer’e, kostüm tasarımı Tomris Kuzu’ya, ışıklar Cengiz Özdemir’e, müzik Cenap Oğuz’a, koreografi Ö.İlyas Odman’a, efektler Özgür Yaşar İşler’e, yönetmen yardımcılıklarıysa Deniz Evrenol Aydemir ve Fatma İnan’a ait.


Arnavut Yazar İsmail Kadare, 1936 doğumlu (79 yaşında) ve Tiran’da yaşıyor. Orijinal adı ’Gjenerali i ushtrisë së vdekur’ olan Ölü Ordunun Generali adlı romanını 1963 yılında yayımlamış. Bu roman ve sonrasındaki başarıları sayesinde günümüzün en büyük edebiyatçılarından birisi olarak gösterilen Kadare’nin birçok yapıtı da Türkçeye çevrilmiş durumda. Nobel ödülü için de adı geçen Kadare 2005 yılında Man Booker Uluslararası Ödülü’nü kazanmış. Ölü Ordunun Generali, bir çok seçkide 20.yüzyılın en iyi yüz romanı arasında gösterilen, savaş karşıtı, çarpıcı bir roman. Benim elimde şu an baskısı tükenmiş olan, 1986 yılında Can Yayınları tarafından yayımlanmış bir kitap var. İlk basımı 1970 yılında Sander tarafından yapılan Ölü Ordunun Generali, Attila Tokatlı ve Necdet Sander tarafından Türkçeye çevrilmiş. Roman öylesine güzel çevrilmiş ki, baştan sona kadar Türkçe yazılmış şiirsel bir şölen gibi. Bu kitabın Türk okurlarınca çok beğenilmesinin bir nedeni çeviriyse diğeri de konusunun Çanakkale savunmasını anımsatması olabilir gibi geliyor bana. Tüm bunlardan sonra, oyuna gelecek olursak, eğer böylesine güzel bir roman, kötü bir uyarlamayla aslından ne kadar uzaklaşabilir, ruhunu nereye kadar yitirebilir diye merak ediyorsanız bu oyuna gidin.

İsmail Kadare

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, herkes dilediğince oyun yazabilir, dilediği gibi de sahneye koyabilir. Bize de oyun yazarının seçimlerine saygı göstermek düşer. Ancak Ölü Ordunun Generali gibi çok önemli bir romanı oyunlaştırıyorsanız daha özenli olmanız gerekir. Yoksa, romandan dolayı üst düzeye çıkmış izleyici beklentilerinin altında ezilirsiniz. 

Önce oyunun konusunu anımsatalım. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Arnavutluk topraklarını işgal eden Faşist İtalyan ve Alman orduları, karşılaştıkları yerel direniş sonrasında büyük kayıplar vererek bu topraklardan çekilirler. Romanda, savaşın üzerinden yirmi yıl geçtikten sonra, işgalcilerin geride kalan ölü askerlerini bulup, getirmek üzere, iki ülke tarafından birer generalin görevlendirerek, yeniden Arnavutluk topraklarına gönderilmeleri anlatılıyor. Roman, çocuklarının kemiklerini bekleyen aileleri öylesine güzel anlatıyor ki, general yola çıkmadan önce bir kadının kendisine söylediği şu sözleri anımsıyor: “Görkemli ve gururlu bir kuş gibi uçacaksınız, bu sessiz ve trajik dağların üstünden, boğazlarından ve pençelerinden almak için bahtsız oğullarımızı.” Roman boyunca süren bu şiirsel dil, oyunda ne yazık ki yok. Peki oyunda ne var? Birbirine bağlanmayan yapmacık, kopuk cümleler, konuyla ilişki kuramayan, yapay bir sahne tasarımı, yoldan geçerken sahneye zorla çıkarılmış gibi duran oyuncular ve bolca da kemik var.



Romanda generalin, Arnavutluk’a gelmeden önce orada savaşan askerlerden duydukları bölümler, savaşın acımasızlığını gösteren geriye dönüş sahneleriyle, belleğinizde farklı bir boyut yaratıyor: “Derdi ki bana: ‘Yanında ölecek olursam, beni elden geldiğince derine göm. Geçende Tepedelen’de olduğu gibi, çakallar, köpekler, cesedimi bulsunlar istemem. Hatırlıyor musun oradaki köpekleri? Şimdi ölmüştü arkadaşım ve ben kazarken kendi kendime ‘Korkma’ diyordum, ‘derin olacak çukurun, çok derin’.” Bize askerlerin düşüncelerini getiren başka bir bölüm: “’Bu madalyonu niye üstümüzde taşıyoruz?’ demişti bir gün. ‘Ölecek olursak tanıyabilsinler diye mi?’ Acı bir alayla gülmüştü sonra. Savaş bittikten sonra, kalıntıları aramaya girişmek kadar büyük bir ikiyüzlülük yoktur dünya yüzünde. Rahat bıraksınlar girdiğim yerde beni, yeter. Bu pis madalyonu da fırlatıp atacağım bir yere.” Kadare, belki de romanın belkemiğini oluşturan bu ikiyüzlülüğü bir askerin ağzından bize gösterirken, Yeton Neziray, uyarlamasında bu bölümlere yer vermemiş. Hadi, çok da haksızlık etmeyelim, ilk konuşmaya oyunun sonunda rastlıyoruz. Nerede mi? Zalimliğiyle nam salmış faşist albayın ölümünün ardından gelen satırda. İnanması güç ama öyle.  Konuya ne kadar uzak olursanız olun, Kadare’nin romanındaki masum bir İtalyan askerinin derine gömülme isteğini, kocasını idam ettirip, 14 yaşındaki küçük kızına çadırda tecavüz ettikten sonra, kızın buna dayanamayıp kendini kuyuya atması üzerine geride kalan annesi tarafından öldürülen insanlığın yüz karası bir faşist albayın cesedine iliştirmeyi aklınıza getirmezdiniz sanırım. Neyse ki bu olağanüstü sıralama fikri Yeton Neziray’ın aklına gelmiş.

Peki, romanın içinde yer alan can alıcı ayrıntılar? Generalin ölü albayın eşi ile rahip arasındaki yakınlaşmadan kuşkulanması, işgalcilerin Arnavutlar hakkındaki kibirli görüşleri, kaçak askerin değirmencinin kızı Kristina’ya platonik aşkı, generalin dağlarda, ovalarda, çamurlu yollarda, yiten umutları. Bunların hiçbirisi oyunda yok. 

Romanda, general mezarlıktaki “Düşmanlarımızın sonu budur işte!” yazısına çok sinirlenince, Arnavut uzman “Yirmi yıl önce arkadaşlarımızı ipe çekerken göğüslerine faşistçe özdeyişler yazıyordunuz. Şimdi şu basit cümleye bile katlanamıyorsunuz” der. Oyunda ise aynı bölüm şöyle geçiyor “On yıl önce sizler bizim arkadaşlarımızın göğüslerine kendi sloganlarınızı yazdınız. Şimdi ise basit bir ifadeye kızıyorsunuz.” İfadeler törpülenmiş, faşist sözcüğü kaldırılmış, 20 yıl da 10 yıl olmuş. Hem yıl sayısında, hem de sıfatlarda indirime gidilmiş. Bu özensizlik ve ürkeklik, uyarlamanın her yerinde kendisini gösteriyor. Eğer faşist sözcüğünden korkuyorsanız, İsmail Kadare'nin romanlarında ne işiniz var?

Yeton Neziray, romanda işgal kuvvetlerinin eski bir Arnavut kentine açtıkları genelev ile ilgili bölümü değiştirmiş ve eklemeler yapmış. Bu bölüm romanda, hem kent insanınındaki değişimi sergileyen, hem de genelevde çalışan kadınların umutsuzluğunu anlatan, savaşın yalnızca askerler ve yakınları değil, bütün insanlar üzerindeki yıkıcı yönünü gösteren son derece kasvetli, acıklı bir bölüm. Neziray, bu bölümü anlamaktan öylesine uzak ki, mezarcılara anlattırdığı bu bölümü şöyle bitiriyor: “3.Mezarcı: Helal olsun anlattıklarından çok keyif aldık. (Herkes gülümser. Kadeh tokuşturulur ve tekrar şarkı söylenmeye başlarlar.)” Şarkı mırıldanmayı biliyorum da şarkı söylenmek nedir hiç duymadım. Bunu da çevirmen Bilge Emin’e sormak gerekir herhalde. Çeviri ile ilgili sorunlar, metinde hemen kendisini gösteriyor. Romanda “Başınıza kötü bir iş gelmedi mi hiç?” sorusu oyunda “Başınıza bir kaza gelmiş olmasın?” diye çevrilmiş. Bu ikisi elmayla armut kadar farklı.



Romanın en ilginç yerlerinden birisi de kaçak İtalyan askerinin, sığındığı evdeki, değirmencinin kızı Kristina’ya aşkını anlatan günlükler. Bu bölümler oyuna son derece duygusuz ve hatalı bir biçimde aktarılmış. Romanda, uzun süredir nişanlı olan Kristina, törensiz mörensiz hızlıca evlendirilir. Düğün yapılmaz. Oyundaysa Kristina evlenmez nişanlanır (zaten nişanlı değil miydi?), seremoni düzenlenir, kınalar yakılır. Romanda ağlamadan giden Kristina oyunda ağlar.

Kristina’nın evleneceğini duyan kaçak asker şaşırır, Kristina’ya son bir armağan vermek istemektedir ama hiçbir şeyi de yoktur. Tek mal varlığı olan madalyonu gelir aklına. Kristina kendine armağan edilen madalyonu eline alıp ne işe yaradığını sorar. Şimdi aynı konuşmaya önce romandan, sonra oyundan bakalım:

- Öldüğüm zaman tanınayım diye.
Gülmeye başladı.
- Nereden biliyorsun öleceğini?
- Yani, ölecek olursam.

Şimdi de oyuna bakalım:
- Beni öldürdüklerinde tanıyabilsinler diye.
- Öldürüleceğini nereden biliyorsun?
- Eğer beni öldürürlerse.
- Teşekkür ederim.

Oyundaki bu diyalogu anlayabilmek için kendi kendime birkaç neden bulma denemesi yaptım ancak geldiğim nokta hep aynı oldu: Zırva tevil götürmez. Oyun boyunca uyarlamadan mı, çeviriden mi kaynaklandığı belli olmayan bu savrukluk, üst üste eklene eklene metni anlaşılmaz kılan, duyguları yok eden bir çorbaya dönüşüyor.  Yeton Neziray, romandaki olayların sırasını değiştirip, yer yer eklemeler de yapıyor. Yani bu oyuna giden birisinin bu tuhaf uyarlamaya bakarak, romanı doğru tahmin etmesi olası değil.

Romandan bir çarpıcı bölüm daha: Nik Martin, faşistlere karşı tek başına, omzunda tüfeğiyle savaşmaya giden bir yurtseverdir. Onun ardından işgalcilerle savaşmak için yüzlerce gerilla iner dağlardan. “Haberin bütün bölgelere nasıl hızla yayıldığını ve nasıl ülkenin her köşesinden insanların beş, on, yirmi kişilik topluluklar halinde, tüfeklerini omuzlayıp akın akın vuruşmaya koştuklarını anlatmışlardı. Uzaklardan geliyorlardı. Hiç kimse örgütlememişti onları. Dağları, vadileri aşıyorlardı ardarda.” Bu coşkulu anlatım oyunda yok. Sahnedeki haliyle Nik Martin, neredeyse bir orduyu yeneceğini sanan maceracı, yalnız bir adam gibi. Zaten oyunun hiçbir yerinde partizanların destansı direnişine dönüşen küçük öyküler yok.

Bana sorarsanız romanın doruk noktası, general ve ekibinin yola çıktıkları günden başlayarak bulmak için çırpındıkları albayın kemiklerinin, bir köy evinde, yaşlı bir kadın tarafından çuval içinde önlerine atıldığı bölüm. Albayın kemiklerinin olduğu çuvalı generalin önüne atansa, kocasını idam ettirip, 14 yaşındaki kızına tecavüz eden, işgalci albayı elleriyle öldürmüş bir yaşlı Arnavut kadın. Generalin çuvalı alıp gitme sahnesi, romanda şöyle aktarılıyor: “Paltosunu giydi sonra, yavaş bir hareketle çuvalı alıp omzuna yerleştirdi ve yeryüzünün bütün utanç ve ağırlığını sırtında taşırmış gibi, yükünün altında ezik ve iki büklüm, çıktı.” Romanda sizi soluksuz bırakan bu doruk noktasının, oyunda farkına bile varmıyorsunuz. Ben, kemikleri çuvalda atılan albayın, generalin kitabın başından beri aradıkları albay olduğunu, romanı okurken fark ettim. Uyarlama ve çeviriyle ilgili daha çok sayıda örnek verilebilir ama bu kadarı bence yeterli. Biraz da sahneye bakalım.


Yönetmen M.Nurullah Tuncer’in ışık ve sahne tasarımı konusundaki deneyimini bilsem de, belki de oyuna ısınamadığım için, sahne bana yapay göründü. Çamur deryasından çok dalgalı bir denizi andıran zemin, ölümden çok erotizmi çağrıştıran kızıllık ve hem sahnede hem de izleyici koltuklarındaki siyah balonlar Kadare’nin romandaki tablolarını yaratmaktan çok uzaktılar. Kadare’nin aşağıdaki sözcüklerle yarattığı atmosferi, sahneye taşımak olası mı, elbette bu da tartışılır.

Ekim gecesi inmişti ovaya. Gölgeden kurtulmayı boş yere deneyen ayışığı, şimdi sisin ve bulutların delikleri arasından süzülüyor, bu ıslak, ışıklı perdeden sızarak geniş ufkun ve ovanın üzerine yaygın bir biçimde, yavaş yavaş, damla damla dökülüyordu. Gökyüzü şu anda ağır bir sıvıyı andırıyor, ovanın ve yolun üzerine uzaklarda, süt damlaları yağmış gibi görünüyordu.

Böyle bir oyunda, oyuncuları değerlendirmek ne derece doğru olur bilemiyorum. Ellerinden geleni yapsalar da, gelişigüzel sahnelenmiş bu oyuna herhangi bir katkı sağlayamıyorlar ne yazık ki.

Romandan iki cümleyle son verelim: “Ya türkülerini duysanız. Tüylerini ürpertir insanın”. İşte bu oyunda türkü eksik. Ruh yitik, duygular törpülenmiş. Oyunda ne komutanın hırsını, ne askerin saf aşkını, ne savaşın anlamsızlığını, ne de faşist orduları karşısında partizanların direnişini hissedebiliyorsunuz. Sanki romanın ruhu anlaşılmadan, özet çıkarır gibi art arda eklenmiş bölümlerle özensiz bir iş kotarılmış. Uyarlamasından, çevirisine, yönetmeninden, dekoruna kadar her şey üstünkörü olunca da ortaya ne yazık ki bu sonuç çıkıyor. İsmail Kadare’nin savaş karşıtı eşsiz romanı, sahnede ne anlattığı belli olmayan bir kemik yığınına dönüşüyor.

Giderim, beğenmezsem ikinci perdede çıkarım diyenler için kötü haber: Oyun tek perde.

Kaynakça:
1- İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, Ölü Ordunun Generali, http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-tr/sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=448, Erişim Tarihi: 18.03.2015

14 Mart 2015 Cumartesi

Tamer Temel - Bir Kedi Kara

Ece Ayhan okuru ve kara kedilerin sevdalısı olarak Tamer Temel’in 2013 yılında çıkan albümü Bir Kedi Kara hakkında yazmayı uzun zamandır istiyordum. Adını Ece Ayhan'ın 1965'te yayımlanan Bakışsız Bir Kedi Kara adlı kitabından alan albümle ilgili notlarımı biraz gecikmeli olarak toparladım. Hadi bakalım, biraz deneysellik, biraz müzik, biraz da Ece Ayhan üstüne...

Albüm, ses mühendisi Can Karadoğan tarafından, İTÜ MİAM stüdyosunda kaydedilmiş. Miks ve mastering ise Jordi Vidal’e ait. Hem kayıt, hem sonrasında yer alan teknik ekip güzel bir iş çıkarmış, sazlar hem kendi tınıları açısından etkileyici, hem de birlikte son derece dengeli bir sounda sahipler.


Albümde yer alan müzisyenler aşağıdaki gibi:
Tamer Temel: Saksafon
Serkan Özyılmaz: Piyano
Cem Aksel: Davul
Volkan Topakoğlu: Kontrbas
Eylül Biçer: Gitar
Kenny Wollesen: Vibrafon

Tüm kompozisyonların Tamer Temel’e ait olduğu albüm, İnsanlar İkiye Ayrılır ile başlıyor. Uludere Katliamını ve ötekileştirmeyi anlatan bir parça 'İnsanlar İkiye Ayrılır'. Hatırlarsanız, Uludere Katliamı bir yılbaşı öncesi yaşanmıştı. Birkaç gün içinde vahşetin boyutu ortaya çıktığında, ne yazık ki ülkenin bir ucu bu katliam ile paramparçayken diğer ucu sokaklarda yılbaşını kutluyordu. Kaçağa giderken öldürülen yoksul çocuklara, terörist diyebilecek kadar yabancıydı bu ülkenin bir yarısı diğer yarısına. Türkçedeki ‘ayrı telden çalmak’ deyimi, ‘İnsanlar İkiye Ayrılır’ için çok uygun. Kontrbas ve davul kendi bildiğini okurken, piyano, vibrafon ve saksafon başka bir dünyada geziyor. Ötekileştirilenlerin parçasını çalan bir körler ve sağırlar orkestrası gibi.

Açık Atlas
...............
Meşeler yapraklanınca bir tuhaf olurlar işte
Koparılmış kürt çiçekleri, hatırlayarak amcalarını
Azınlıkta oldukları bir okulda bile, sorarlar soru
Neden feriklerin ve eşeklerin memeleri vardır?

Albüm Tamer Temel imzası taşısa da Serkan Özyılmaz’ın katkısı albümün başından sonuna dek kendisini duyuruyor. Serkan Özyılmaz, farklı bir sese sahip ender piyanistlerimizden birisi ki, Tamer Temel’in kompozisyonları içinde bu farklılık son derece güzel duyuluyor. Cem Aksel’in akıcı, köşeli ritmleri ve belirgin kontrbas pasajlarının üstünde özgürce dolaşan saksafon ezgileri, her parçada çıktığı limana geri uğrayarak size ana temayı anımsatıyor. Albümün başından sonuna dek sololardaki özgür havayı soluyorsunuz. Yer yer kasvetli bir sonbahar akşamına göz kırpsa da, her anı sürprizlere açık bir müzik Tamer Temel’in müziği.


Albüm, standart caz dinleyicisinin ilk planda yabancı karşılayabileceği bir anlayışa sahip olsa da, ana tema ve soloların ezgilerindeki lirik hava hemen yakalıyor dinleyiciyi. 34 Buçuk ve Bir Kedi Kara yer yer tüy gibi hafif dokunuşlara, yer yer sert vuruşlara sahip, ruhları benzer parçalar. Tamer Temel öncü rolünü bazen,  Serkan Özyılmaz’ın Brad Mehldau’yu anımsatan akorlarına bazen Eylül Biçer ile yaptığı gitar-saksafon diyaloguna, bazen Cem Aksel ile Volkan Topakoğlu’nun ritmine bırakıyor ki bu bölümler albümün doruklarını oluşturuyor.

Bakışsız Bir Kedi Kara
Gelir dalgın bir cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Hısım. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede. Bir korsan gemisi! girmiş körfeze.

Ece Ayhan, İkinci Yeni’nin tanımlarına bile sığmayan, kendine özgü bir dile ve son derece özgürlükçü bir şiir anlayışına sahipti. Alışılagelmiş kalıpları yıkan, sözdizimini  altüst eden, imgeler ve çağrışımlar ile soyut bir anlatımı yeğleyen, çağın getirdiği yabancılaşma, bireyin yalnızlaşması gibi konuları vurgulayan yenilikçi bir şairdi. Tamer Temel’in albümü de yeni bir sese sahip, çağırışımlarla dolu, özgürce bestelenip çalınmış bir albüm.

Dördüncü parça olan Mitanni kısa bir saksafon-davul doğaçlaması.

Şiirimiz her işi yapar abiler
Valde Atik'te Eski Şair Çıkmazı'nda oturur
Saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür
Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta
Saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir

Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler

Çakıl, yer yer geleneksel caza göz kırpsa da özellikle soloları ve değişken ritmleri ile albümdeki özgürlükçü havanın dışında değil. İkinci El, dingin bir havada başlayıp aynı havada bitiyor. Ekim Sonu Kenny Wollesen’in vibrafonu ile güneşli, güzel bir sonbahar gününü getiriyor önümüze. Tamer Temel’in kesik, kısa saksafon cümleleri Serkan Özyılmaz’ın akıcı solosuna bağlanıp, finalde parçanın başladığı kuytu yere bırakıyor sizi.

Şiirimiz mor külhanidir abiler
Topağacından aparthanlarda odası bulunamaz
Yarısı silinmiş bir ejderhanın düzüşüm üzre eylemde
Kiralık bir kentin giriş kapılarına kara kireçle
Şairlerin ümüğüne çökerken işaretlenmesinin şiiridir.

Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler

Tescilli Mark’a Mark Turner için yazıldığını düşündüğüm, albümün geneline yayılan özgür anlayışa uygun bir parça. Albüm açılışta yer alan İnsanlar İkiye Ayrılır’ın ikinci bölümüyle sona ererken başlangıçtaki ritmik temayı anımsatarak son bir sürpriz daha yapıyor dinleyiciye.

Yoksulluğun Harçlığından Denkleştirilmiş Duhuliyedir En İyisi
..............
Tekin değildir şiir pek, iyi gözle bakılmaz ona, taş atar durup durduğu yerde çok dalgalara; çünkü şiir, bir yerde, gerçeğin de yedilmesidir; yani, ortaya konuşuyorum, şiir gerçeği yeder.

İşte böylesi bir olumsuz yeri vardır şiirin toplumlarda.Sonuçlayarak diyebilirim ki, bir toplumda yeri olmayışı onun yeridir.

Tamer Temel ve albümde çalan diğer müzisyenler, dünyada geçerli olan müzikal yaklaşımın içinde ancak Türkiye’de günümüzdeki geçerli caz anlayışının biraz dışında duruyorlar. Evrensel müzik yapan her müzisyen gibi farklı olmanın arayışındalar. Türkiye’de geleneksel caz anlayışını tutuculuk derecesinde benimseyen, farklı olmak değil birilerine benzemek için çalışan müzisyenlerin yanında bulunmaz cevher gibiler. Bugün dünya dinleyicisi için müzik yapan her müzisyen, kendisine şu soruyu sormalı: Dünyadaki caz dinleyicisi beni neden dinlesin? Caz standartlarını çalıyor olsanız bile, deneysel bir yaklaşım, özgün bir tını veya herhangi bir farklılık peşinde koşmuyorsanız, insanlar neden sizi dinlemeyi yeğlesin.

Şiir Alınıklıkları Üzerine
..............
Şiir alınlıkları, nedense, şiirin bağrından koparılıp başa konulmuş dizeler sanılır hep, değildir. Şiir alınlıkları yukarı kaçan çocuk yüzleridir, okulların giriş sınavlarını kazanamayıp, önce kamuya karşı diktreş olduklarından intihara, yetiştirme yurtlarına, sözde açık Kalaba'lara, sonra da tabiata karşı geldiklerinden bacakları koparılmaya, boğulmaya, ölüme yargılanmalarından başka bir nedenle, derin adları, güzel anlamlı bakışlarıyla gazetelere geçmeyen.

Bu yazıda bile, burnunu bir parmağa karıştırtan, zalim bir kamu çiçeğinin bozduğu bir çocuk yüzü, yukarı kaçtığından, onun boş bıraktığı soğan mürekkebiyle yazılmış sırayı, ateşi olanlar yakıp görürler ve utanırlar mı? Çağdaş bir masal babası yerinize utanıyor.

Ece Ayhan için ‘huysuz şair’ denilmesinin bir nedeni de geleneksel anlayışa ve bunun savunmacılarına karşı uzlaşmaz bir tutum takınmış olması. Çok uzlaşmacı bir kişinin alışkanlıklara böylesine savaş açmasını beklemek zaten pek mantıklı olmazdı. Ece Ayhan çoksatan bir şair olmayı elinin tersiyle itmiş birisi olarak ekonomik zorluklar yaşamış, bu koşullarda, hastalıklarla boğuşmuş, yaşamı mücadeleyle geçmiş birisi. Yalnızca bu yönü bile Ece Ayhan’ı geçmiş caz müzisyenlerine yakınlaştırıyor. 

 Ölümün Arkasından Konuşmak
…….
“Şimdi, bugünlerde de, cumhuriyete, kentimize bir köçek gönderilmiştir: Geleneksel sanatlar. Mollaların lakırdısıdır. Hal ve gidişine, her anlamdaki evde kalmışlıklarını yüzlerine vurduğu için, sıfır verdikleri çağdaş sanatlara, özellikle şiire karşı çıkışlarının, insanı bir ömür boyu güldürecek önerileridir, ki, ilk elde eytişimsel değişme aykırıdır, bu söz her dile çevrilebilir de onların diline çevrilemez, sonra da, zayıf akıl erdirmelerinin, orta irfanlarının tescilidir ve kalplerinin küt faşizm küt infiratçılık attığının. Dangalaklar kafalarının kayıtlarını yanık saraylara yaptırmaya alışmışlardır. Bildiğimiz kuraldır, sanatları imgelemsiz, açılımsız, köksüz kimesneler, kırkından sonra böyle bir kök aramaya kalkışırlar, meyan kökü, hazırlayın! ben de geliyorum! Bütün gençliklerini boşa akıtmışlardır, toprağa çünkü.

Siyasal komşular, toplumsal arkadaşlar ve üretim ilişkileri değişmedi mi yoksa hiç? ipek böceği yetiştiricileri nerede? ya dut ağaçları? haziranda vuruluncaya tutuklanıncaya işkence edilinceye kadar, gece vardiyalarında çalışmıyorlar mıydı onlar? ha? yapay ipek fabrikalarında.
…………”


Eğer yeniden müziğe dönersek, her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, Tamer Temel’in müziği geleneksel caz anlayışının ötesinde olsa da Ece Ayhan’ınki kadar geçmişle bağlarını koparmış değil. Ece Ayhan’ın lirizmi ise Tamer Temel’de fazlasıyla var. Dolayısıyla bu albüm, müzikle şiirin buluşmasının da ötesinde müziğin konuşulan dille, yaşadığımız coğrafyayla, günümüz insanıyla ve elbette şiirle bağ kurması anlamında da çok önemli bir çalışma. 

IX
Duyduk ki, bir daha
Kuş getirmek sınıfa
İntihar olmuş cezası
Hal ve gidişat tüzüğünde

Biz kuşları tutmuyoruz ki
Kapıda koyveriyoruz
Dönüp onlar ceplerimize giriyorlar
N'apalım?

Müziğin evrenselliğini yanlış anlamamalıyız. Beslendiği kaynaklar açısından, İstanbul’da yaşayan müzisyenle New York’ta yaşayan müzisyen bir olmamalı. Farklı coğrafyalarda yaşayan müzisyenlerin böylesine bir taklit içine girmeleri, hem taklitçinin yapıtının değersizleşmesine hem de taklit edilen müziğin giderek yoz, teksesli bir ezgiye dönüşmesine yol açacaktır. Bir müzik topluluğunun değeri, üyelerinin farklı kimlikleriyle artar, zenginleşir. Bir orkestra düşünün ki, parçalar sırasında sololar ve enstrümanlar değişiyor ama siz renk, tını, imgelem, çağrışım olarak aralarında hiçbir fark göremiyor neredeyse aynı kişi çalıyor hissine kapılıyorsunuz. Sizce bu dinlemeye değer bir topluluk mudur? "Aynı şeyi çalacaksanız, biriniz öne çıkıp çalsın, diğerlerine ne gerek var" demez misiniz? Yaşar Kemal “Her zaman söylediğim ve desteklediğim gibi dünya bir kültür bahçesidir. Orada binlerce çiçek yetişir ve her çiçeğin kendi rengi ve kokusu vardır. Dünyamız bu bin çeşit çiçeklerle çok güzeldir. Ama bir çiçek yok edilirse o zaman rengi ve kokusu da dünyada biter” diye yazmıştı. Bir müzisyeni farklı kılan, ona kimlik kazandıran şeylerin başında kendi yaşadığı coğrafya, insan, kültür ve dil ile ilişki kurmak, bunu da evrensel bir anlayışla anlatabilmek geliyor sanırım. 

Tamer Temel geleneksel akımlara kendisini teslim etmeden, deneysel ve farklı bir ses olarak Ece Ayhan’ın dizelerine koşut bir müzik yapıyor. Bir Kedi Kara albümü çağdaş bir masal babası ile yenilikçi bir müzisyenin buluşması gibi. Umarım bu birliktelik ve yenilikçi arayış hiçbir zaman bitmez.

Kendi kendinin terzisi bir kambur
…………
Çünkü her kambur biraz şair bir ailedendir
Toparlarsak kendi kendinin çırağı da olabilir
Ölü sözcüklere ve çocuklara can vermek için
Hangi marş iki kez çalınırsa yeryüzünde unutmayın
Hem usta hem çırak bir kambur içindir.