30 Haziran 2014 Pazartesi

Charlie Haden’dan ‘Last Dance’

Keith Jarret ve Charlie Haden’ın ikili albümü ‘Last Dance’ bu ay (2014/Haziran) yayımlandı. ECM etiketiyle çıkan albüm, ikilinin 2010 yılında çıkan ‘Jasmine’ albümünün devamı gibi düşünülebilir. İki albüm aslında aynı kayıttan oluşuyor. 2007 yılında Keith Jarret’ın evinde kaydedilen parçaların içinden, önce 2010 yılında yayımlanan ‘Jasmine’, sonra da 2014 yılı ‘Last Dance’ çıkmış. İki albümde de yer alan ‘Where can I go without you’ ve bu albümde biraz daha düşük bir tempoyla çalınan ‘Goodbye’ parçalarının farklı versiyonlarını dinlemek de keyif verici.


15 yaşında çocuk felci geçiren Charlie Haden, 60 yıl sonra aynı hastalıktan kaynaklanan post polio sendromu ile savaşıyor. 2010 yılında ortaya çıkan ilk belirtiler, zamanla Haden’ı sahnelerden ve kayıt odalarından uzaklaştırdı. Haden, evinde düzenli olarak kontrbas çalmaya devam etse de yaklaşık iki yıldır yutkunma zorluğu çektiği için katı gıda yiyemiyor ve hastalığın etkisi ile çok çabuk yoruluyor.

 (1)

Arada sırada yeniden çalmak veya hastalığı yenmekle ilgili sözlerine rastladığım Haden’ın yeni albümünün adını görünce içim cız etti. 2000’li yılların başında, hiç Charlie Haden albümü almadığım halde evimde en çok albümü olan müzisyenlerden birisinin Haden olduğunu fark etmiştim. Meğer, Ornette Coleman, Pat Metheny, Kenny Barron, Keith Jarret dinlediğimi düşünürken belki onlardan daha çok Charlie Haden dinlemişim. ‘Last Dance’ adını ilk duyduğumda da daha uzun yıllar Haden dinlemek istediğimi fark ettim.

‘Last Dance’ albümünde, Charlie Haden’ın dolgun, tane tane duyulan, hacimli bas soundu, Keith Jarret’ın piyanosundan gelen eşsiz tınılar ile birleşerek doyumsuz bir 75 dakika yaşatıyor bizlere. Haden, müziğe ilk başladığında şarkı söylüyormuş, 15 yaşındaki hastalığından sonra ses telleri ile ilgili sorunlardan dolayı, kontrbasa ağırlık vermiş. Bana sorarsanız, Haden’ın içindeki şarkıcı aynı yerde dıruyor. Ornette Coleman’in Haden için söylediği “O, parçanın baslarını değil, müziğin kendisini çalıyor” ifadesi de bunu vurguluyor.(2) ‘Last Dance’ albümünde Haden’ın en az soloları kadar, eşliği de büyüleyici güzellikte. Haden’ı kontrbasçılar içinde ayrı bir yere getiren özelliği bu albümde öylesine belirgin ki, Haden olabildiğince az nota çalıyor, akorların kök sesleri yerine zaman zaman farklı seçimler yapıyor, eşliğini soru cevaplar ile süslüyor. Bas partisinde parçanın ezgisini, akor değişimlerini ve ritmik gelişimini bir arada izleyebiliyorsunuz. Haden’ın ikili kayıtlarında, vurmalı çalgı eksikliğini duymamamızın ana nedeni, kontrbastaki ritmik vurgular ve ritm değişimleri olsa gerek. Uzun parçalarda bile böylesine sade bir eşliğin sıkıcı hale gelmemesinin ana nedeni sanırım, müziğin ruhuna dokunan seçilmiş notalar ve ritmdeki çeşitlilik. Haden’ın kontrbas partisi, kimi zaman eş adımlarla yol alan bir askere, kimi zaman uzun bekleyişlere, kimi zaman aksayan yaşlı bir adama, kimi zaman koşan bir çocuğa, kimi zamansa dans eden bir genç kıza dönüşüyor. Keith Jarret ise ‘Jasmine’de olduğu gibi ‘Last Dance’ albümünde de Haden’a öylesine geniş bir alan bırakıyor ki, Haden, hiçbir engelle karşılaşmadan dilediğince çalabiliyor. Haden’ın sololarının arkasında, Jarret’ın zaman zaman yükselip alçalan akorları, kıyıya vuran küçük dalgalar gibi, ufukta yiten yelkenlinin rolünü çalmadan, dikkati üzerine çekmeden manzarayı tamamlıyor.


Yalnızca çalgıcılığı değil, sisteme direnen aykırı kişiliği, politik tavrı ve minimalist anlayışı da Haden’ı çağımızın en önemli caz müzisyenleri arasına sokuyor. Umarım Haden bu albüme ‘Son Dans’ adını verirken, benim anladığım şeyi anlatmak istememiştir. Aynı şekilde albümün kapanışındaki son iki parça olan ‘Every Time We Say Goodbye’ ve ‘Goodbye’ parçaları da bir rastlantı sonucu, oraya gelmişlerdir. Çocuklar oyun oynarken bazen kandırırlar ya bizi: “Bak bu son”, “Ama bu en sonuncu”, “Şimdiki gerçek son” diye uzatırlar oyunlarını. Umarım, Haden da bize benzer bir oyun yapmış olsun. Albümün doruk noktalarından birisi ile noktalayalım. Jarret ve Haden’ın son derece duru bir yorumla çaldıkları, eşsiz bir Cole Porter şarkısı : ‘Ev'ry Time We Say Goodbye’. (3)

Her ayrılışımızda, ben biraz ölüyorum,
Sen alahaısmarladık derken,
Tanrılar, neden, biraz olsun beni düşünüp de alıkoymuyor seni,
Bilmiyorum.

Sen yanımdaysan, yanımdaki, bahar havası ,
Sen yanımdaysan, yitik bir tarla kuşunun şakıdığı,
Eşsiz bir aşk şarkısı.
Sonra, o garip değişim: majörden minöre,
Her hoşçakal dediğinde.

Daha uzun yıllar Charlie Haden dinlemek dileğiyle. (4)

Kaynakça:
3- Ev'ry Time We Say Goodbye
Everytime we say goodbye, I die a little
Everytime we say goodbye, I wonder why a little
Why the Gods above me, who must be in the know
Think so little of me, they allow you to go

When you're near, there's such an air of spring about it
I can hear a lark somewhere, begin to sing about it
There's no love song finer, but how strange
The change from major to minor, everytime we say goodbye
Cole Porter
4- Wikipedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Charlie_Haden, Erişim Tarihi: 30.06.2014

17 Haziran 2014 Salı

Türk Dil Kurumu Yerine Karşılık Önerileri

Yeni Türk Dil Kurumunun önerdiği sözcükler, bugüne kadar ne yazık ki halk tarafından benimsenmedi. Doğrusunu isterseniz, ‘selfie’ için önerilen ‘özçekim’ sözcüğünü de ilk duyduğumda, çöpe gidecek yeni bir sözcük diye düşünmüştüm. Yine de önyargılarımı bir kenara bırakıp, bu öneriye gençlerin nasıl yaklaştığını görmek için çeşitli forum, sözlük ve bloglarda kısa bir gezinti yaptım. Gördüm ki, benim tahminlerimin tersine, sözcük –ufak bir değişiklikle de olsa- gençler tarafından benimsenmişti. Yeni kuşak, ‘özçekim’ sözcüğünün ‘selfie’ için uygun olmadığını ancak ziyan edilmeyecek kadar da önemli bir buluş olduğunu düşünüyordu. Genel yaklaşım, ‘özçekim’ sözcüğünün 'mastürbasyon' sözcüğü yerine kullanılabileceği yönündeydi. Ancak bu durumda gençler TDK’ya da yeni bir görev veriyorlardı. Özçekim'in yaygınlaşmasıyla, ‘otuzbir çekmek’ sözcüğünün de kaybolmasına gönülleri elvermiyordu.

Bildiğiniz gibi, asıl Türk Dil Kurumu 12 Eylül askeri darbesi sonrasında kapatıldı. Aslında kapatılmadı ama 1983 yılında TDK, yasal bir düzenlemeyle, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuna bağlanıp, özerkliğini yitirince, uzmanlar, devlet dairesine dönüşen TDK’nın artık kapatılmış sayılması gerektiğini belirttiler. Zaman içinde, uzmanlar haklı çıktı ve yeni kurumun çalışmaları, bize keşke TDK tümden kapatılsaydı dedirtti. Bugün, Türk Dil Kurumu, 20'si Yüksek Öğretim Kurumu; 20'si Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Kurulu tarafından seçilen 40 asıl üyeye sahip. Bu üyeler ve Kurum Başkanı, başbakanın önerisiyle cumhurbaşkanı tarafından, göreve atanıyor.  (1)

Ben, dilde belirleyici çalışmalardan çok yönlendirici araştırmalar yapılması, dilin gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılması, Sait Faik, Yaşar Kemal gibi Türkçeyi güzel kullanan yazarlara ait kitapların, eğitim sistemimiz içinde daha fazla okutulması, yeni yazarlara daha çok şans verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yeni sözcükler uydurmak veya yabancı sözcüklere karşılık bulmak, halkın, öğretmenlerin, en çok da yazarların işi olmalı. İş de değil, kendiliğinden girmeli bu sözcükler dilimize, kullanarak değişmeli, yaygınlaşmalı. Uzmanlar topluluğunca da olsa, bir halkın diline, müdahale edilmesi bana çok akılcı gelmiyor. Elbette, eski TDK’nın dile katkılarını yadsıyamayız, bugün kullandığımız pek çok sözcük, sözlük, yazım kılavuzu ve dilbilgisi kitabı, eski TDK’ya ait.

Ben, bu yazıda 12 Eylül darbesi öncesindeki gerçek Türk Dil Kurumu ile darbe sonrasındaki Yeni Türk Dil Kurumunun karıştırılmaması için, Yeni TDK’nın yerine 5 adet karşılık önermek istiyorum. Böylece TDK denildiğinde, asker darbesiyle kapatılan ve artık yaşamayan eski Türk Dil Kurumu anlaşılacak. Önerilerimi sıralamadan önce -adını biraz sonra değiştireceğimiz- Yeni TDK’yı biraz tanıyalım.

Öncelikle şunu belirtelim ki, Yeni TDK, önerdiği sözcükleri kendisi de kullanmıyor. Yeni TDK’nın yayımladığı Türk Dili dergisini incelerseniz, kendi önerdikleri sözcüklerin, kendi yayımladıkları öykülerde, şiirlerde, inceleme yazılarında bulunmadığını göreceksiniz.

Dergiyi geçin, http://tdk.gov.tr/index.php?option=com_karsilik&arama=kelime adresindeki Yabancı Sözlere Türkçe Karşılıklar Kılavuzunda bile kendi önerdiği sözcükleri kullanmaktan kaçınıyor Yeni TDK. Bu kılavuzda ‘konsantrasyon’ sözcüğünü aratırsanız, Türkçe ‘derişim’ olarak bir karşılık önerildiğini görürsünüz. Aynı sözlükte, 'asidimetre’yi arattığınızda ise, “Asitölçer. Bir asidin özelliğini, konsantrasyon derecesini ölçmeye yarayan cihaz.” açıklaması çıkar karşınıza. Herhalde, “Bizim karşılıkları kimse iplemiyor, anlaşılsın diye eskisini yazdık” diyeceklerdir. Hiç değilse parantez içinde, konsantrasyon yerine ‘derişim’ yazmaz mı insan.

Ben sıkıldığımda bu sözlükte biraz geziyorum, moralim yerine geliyor. Eski TDK'nın önerilerini çıkarttığınızda, elinizde saf, temiz bir mizah malzemesi kalıyor. Örneğin,’trafo’ sözcüğü, TDK’nın efsane maddelerinden birisidir.

trafo Alm.Trafo
fiz. dönüştürücü
Aynı frekansta fakat yoğunluğu, gerilimi genellikle farklı olan bir veya birçok değişik akım dizgesini, değişik bir akım dizgesine dönüştüren elektromanyetik indükleçli duruk araç.

Okullarda bu anı hayal ediyorum:

- Tonguç yavrum, trafo nedir?
- Elektromanyetik indükleçli duruk araçtır, öğretmenim.
- Aferin oğlum, peki, ‘elektromanyetik indükleçli duruk araç’ ne işimize yarar?
- Tabii ki birçok değişik akım dizgesini, değişik bir akım dizgesine dönüştürmeye yarar öğretmenim.
- Otur evladım, sıfır.
- Ama örtmenim, TDK'nın sözlüğünde...

Ya da trafonun arıza yaptığını düşünelim. Diyelim ki benim ve bir TDK çalışanının oturduğu sokaktaki trafolar aynı anda arıza yaptı ve biz ayrı ayrı arıza birimini aradık. Ben ‘trafomuz bozuldu’ diyerek iki saniye içinde sonuca giderken, onlar en iyi olasılıkla 'dönüştürücü' bozuldu diyorlar. Arıza servisi çalışanı ne dönüştürücüsü diye sorduğunda, elektromanyetik indükleçli duruk aracın, artık tamamen durduğunu ve yüksek gerilimden gelen birçok değişik akım dizgesini artık değişik bir akım dizgesine dönüştüremediğini anlatmaya çabalıyorlar. Karşı taraf, belli bir süre sonunda,  “Trafo mu bozuldu kardeşim?” diye soruyor ve bu arkadaşlar istemeye istemeye ‘evet’ diyorlar.

Yeni TDK'nın yayımladığı Türk Dili dergisini de okumalısınız. 2013 yılının özetinin yapıldığı sunuş yazısında şöyle bir bölüm var: “Çağdaş Türk şiirinin öncü ve sembol şairlerinden Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un ölüm ve doğum yıldönümleri dolayısıyla hazırladığımız dosya ve özel sayı okuyucularımız tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı.”

Biraz daha okuyunca anlıyoruz ki, Necip Fazıl’ın ölüm yıldönümü nedeniyle bir dosya ve Sezai Karakoç’un doğum yıldönümü nedeniyle de bir özel sayı hazırlanmış. ‘Ve’ bağlacının kullanımındaki bolluk ve özgür yaklaşım insanı hemen etkiliyor. Bunlar doktor olsa “Antibiyotik ve fitil, sabah ve akşam, iki, üç kere, ağızdan ve makattan uygulanacak” gibi tek cümlede hallederlerdi reçeteyi. Kendi sözlüklerinde yıldönümünü 'yıl dönümü' diye yazan TDK'nın, aynı sözcüğü buradaki metinde, yanlışlıkla doğru yazdığını da görmüş oluyoruz.  (2)

Az önce Yeni TDK'nın Türk Dili Dergisinde yer verdikleri öykülerden birisini okudum. Recep Seyhan’a ait ‘Defter’ adlı öykü, herhangi bir ilköğretim okulundaki seçkiye giremeyecek kadar zayıf bir kurguya ve kötü bir anlatıma sahip. Her paragrafta dil yanlışları var. Yazarda dil bilinci oluşmamış, anlatılan nedir, ne için bunlar önümüze konuyor bilemiyorsunuz. Olaylar hiçbir yere bağlanmıyor, karakterler her paragrafta ruh değiştiriyor. Öyküdeki çocuklar bazen haber spikeri gibi, bazen bir serseri gibi konuşuyorlar. Baba, bir paragrafta eşcinselliğe yeşil ışık yakarken, biraz sonra "terliği insan yarattı, peki terlikler insan veya insanlar terlik oluyor mu?" biçimindeki dahice sorusuyla Darwin'e dur diyor. Acaba bir şey mi kaçırıyorum diye tam dört kere öyküye yeniden başladım ama atlamadan sonuna gelemedim. Ben aklı başında birisinin bu dergiyi okuyacağını sanmıyorum.  (3)

Yeni TDK derken amacımızdan biraz uzaklaştık, artık asıl konumuza dönebiliriz. Bildiğiniz gibi Yeni TDK, karşılık bulurken, işlevsel olarak o nesneyi ya da görülen işi tanımlayan karşılıklar buluyor. Ataş için ‘tutturgaç’, atraksiyon için ‘eğlendiri’ örneğinde olduğu gibi. Eğer ‘buzdolabı’ sözcüğü olmasaydı Yeni TDK’nın bulacağı karşılık ‘soğutucu’ olurdu. Ben de Yeni TDK'nın kendisi için karşılık önerilerimi sıralarken aynı işlevsel yöntemi izleyeceğim.

1-) Diltakoz (DTKZ)
Bu karşılık, Yeni TDK’yı, dilimizin biricik engeli, bir tür takoz olarak betimlerken, ıstakozsal, şirin bir gönderme yapmaktan da geri kalmıyor.

2-) Dil Darbesel Kamburcuk (DDK)
Yeni TDK’nın, halktan toplanan vergilerle desteklenen trilyonluk bütçesine karşın kendi üyeleri dahil, kimsenin kullanmadığı sözcükler uydurarak halkın sırtında bir kambura dönüşmesi anlatılırken, darbe sözcüğü de hem Yeni TDK’nın varoluş nedeni olan askeri müdahale, hem de Türkçeye vurulan darbe olarak iki farklı anlamıyla veriliyor.

3-) Yangelyatlı Uydurgeç (YGYUG)
Yıllardır doğru düzgün bir sözlük, hatasız bir yazım kılavuzu yayımlamayı başaramayan Yeni TDK kadrolarının, bir etimolojik sözlük veya kapsamlı bir çağrışımlar sözlüğü hazırlamak yerine yattıkları yerden garip sözcükler uydurarak vaziyeti idare ettikleri vurgulanıyor.

4-) Güldürgeçsel Dilgitay (GGD)
Yeni TDK’nın tüm başarısızlıklarına karşın, bulduğu gülünç karşılıklar ile topluma neşe vermesi, olumlu bir bakışla anlatılıyor.

5-) Salla Sözü Al Maaşı (SSAM)
Yeni TDK’nın çalışma ilkelerinin yanında, çalışan maaşlarını da zamanında ödemesi vurgulanıyor.

Sizin de önerileriniz olursa, yorum bölümünden ekleyebilirsiniz.

Kaynakça:
1- TDK-Tarihçe, http://wap.tdk.gov.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=77, Erişim Tarihi: 16.06.2014
2- Türk Dili’nden http://tdk.gov.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=412, Erişim Tarihi: 16.06.2014
3- Türk Dili, Cilt: CIV Sayı: 740 Ağustos 2013 http://www.tdk.org.tr/images/20130815.pdf, Erişim Tarihi: 16.06.2014

12 Haziran 2014 Perşembe

Linç Kültürü ve ‘Strange Fruit’

Bugünün Türkiye’sini anlatmak için seksen beş yıl öncesinden bir şarkıyı anımsatmak ne acı.

7 Ağustos 1930’da, ABD’nin Indiana Eyaleti-Marion kentinde, 23 yaşındaki beyaz Claudee Deeter’ı öldürmek ve kız arkadaşına tecavüz etmek suçlamasıyla tutuklanan iki siyah genç (Thomas Shipp ve Abram Smith) cezaevini basan yüz kişilik bir topluluk tarafından linç edilmişti. Lincin asıl nedeni gibi düşünülen tecavüz savı, daha sonradan geri çekilmiş hatta Claudee Deeter’ın kız arkadaşıyla linç edilen gençlerden birisi arasında gönül ilişkisi olduğuna yönelik bir söylenti de yayılmıştı.


Marion Şerifi, linç çığlıkları atan silahlı kalabalığı ikna etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Göz yaşartıcı bombaların etkisiyle biraz gerileyen kalabalık, kısa sürede yeniden toplanıp cezaevi duvarlarını yıktı. Saldırganlar, işkenceler sonrasında -Deeter’ı öldürdüğünü itiraf ettiği söylenen- Shipp’i bahçedeki ağaca asarak, -Deeter’ın kız arkadaşının kendisine saldıran kişi olaran gösterdiği- Smith’i ise üçüncü kattan aşağı iple sallandırarak öldürdüler. (1)

Linçle bile öfkesi dinmeyen topluluğun içinden, siyahların yaşadıkları bölgelere gidip evlerini yakmayı önerenler olsa da, kalabalık bir süre sonra kente destek için gönderilen polisler tarafından dağıtıldı. Tüm bunlar olurken, Shipp ve Smith’in ölü bedenleri, saatler boyunca, bahçedeki ağaçta sallandı. Fotoğrafçı Lawrence Henry Beitler de yukarıdaki kareyi o sırada çekti. Dövülmüş, işkence edilmiş, kanlar içindeki asılı bedenlerle, durumdan hoşnut kalabalığın oluşturduğu çelişki tablosu, bu fotoğrafı ırkçılığın çok acı bir belgesi haline getirdi.

Öğretmen, şarkı yazarı ve şair olan komünist parti üyesi Abel Meeropol, bu fotoğrafı gördüğünde, linç sonrasında, ağaçta sallanan bedenleri, bir ağacın garip meyvelerine benzeten ünlü şiirini yazdı. Şiir, New York Teacher adlı bir sendika dergisinde 1937 yılında ‘Strange Fruit’ adı ile yayımlandı.(2) Ben, 'Strange Fruit' şiirini, biraz da serbest bir yaklaşımla ‘Garip Bir Yemiş’ olarak çevirdim Türkçeye.(3)

Garip Bir Yemiş
Güneydeki ağaçların garip yemişleri var,
Yaprakları kan rengi, kan bürümüş kökleri,
Hafif bir esintiyle salınıyor
Kavaklara asılı kara bedenlerin, meyveleri.

Bak! Güney kırlarından görkemli bir tablo:
Gözler şiş, ağız eğri.
Manolyaların taze kokusuna sızıyor,
Yanık etlerin tütsüleri.

Bu yemiş, kargalar didiklesin,
Yağmur ıslatıp, rüzgâr süpürsün diye.
Güneşte çürüyüp, düşsün diye ağaçtan,
Mevsimin garip, acı hasadı.
                                            Abel Meeropol

Şiir daha sonra, yine Abel Meeropol tarafından bestelenerek, şarkıya dönüştü. Şarkı, 1939 yılında Billie Holiday tarafından söylenip, kaydedildikten sonra insan hakları savunucularının simge şarkılarından birisi haline geldi. İşte Billie Holiday’in iç burkan, Strange Fruit yorumu:


Namus, bayrak, din gibi olgular, bilincin daha az denetlenebilir bölgesi olan bilinçaltında da yer ediniyorlar. Bu nedenle bu konularda konuşurken, yazarken çok dikkatli olmak gerek. Bu tür konular üzerinden kalabalıklara çağrı yapmak, hiç umulmadık felaketlere yol açabilir. ‘Strange Fruit’ böylesi bir felaketin acısını taşıyor.

Ne yazık ki, Lice’de, belki de ne yaptığını bilmeden, Türk bayrağını gönderden alan bir çocuğun davranışı, siyasi liderler tarafından, 'çocuğun indirilmesi gerekirdi', 'alnının ortasından vurulması gerekirdi' şeklinde bir linç kampanyasına dönüştürüldü. Bazı gazeteler, kan dökülmesini isteyen başlıklar atıyor. Soğukkanlı olmak, korkaklık ve namussuzluk, suçluyu yargılamadan öldürmek ise hak ve hukuk olarak gösteriliyor. Aşağıdaki videoda alnının ortasından vurulmalıydı diyen liderlerini coşku içinde alkışlayan kalabalığın yüzündeki ifade ile Lawrence Beitler’ın fotoğrafındaki kalabalığın ifadesi size de ortak gelmiyor mu?


TIME  dergisi, 1999’un son gününde, hoşgörüsüzlüğün, ırk ve din temelli nefretin acılarını çok iyi yansıttığı için ‘Strange Fruit’ parçasını geçen yüzyılın en iyi parçası seçmişti. Görünen o ki, biz Anadoluda, 21.yüzyılda bu şarkıyı söylemeye ve dinlemeye devam edeceğiz.(4)

Kaynakça:
2- Ekşisözlük: Strange Fruit, https://eksisozluk.com/entry/40136630, Erişim Tarihi: 11.06.2014
3- Strange Fruit
Southern trees bear a strange fruit,
Blood on the leaves and blood at the root,
Black body swinging in the Southern breeze,
Strange fruit hanging from the poplar trees.

Pastoral scene of the gallant South,
The bulging eyes and the twisted mouth,
Scent of magnolia sweet and fresh,
And the sudden smell of burning flesh!

Here is a fruit for the crows to pluck,
For the rain to gather, for the wind to suck,
For the sun to rot, for a tree to drop,
Here is a strange and bitter crop.
4- The GuardianStrange Fruit is still a song for today (Edwin Moore), 18.09.2010
http://www.theguardian.com/commentisfree/cifamerica/2010/sep/18/strange-fruit-song-today, Erişim Tarihi: 11.06.2014

5 Haziran 2014 Perşembe

Louisiana, Anadolu, Caz ve Kültürel Melezlik

Mahallenin bencil kasabı göle düşmüş, başlamış çırpınmaya. Köylüler hemen yardıma koşmuşlar.

- "Elini ver, elini ver" diye bağırıyormuş mahalleli ama kasap bir türlü elini uzatmıyormuş. Adam tam boğulmak üzereyken, Nasreddin Hoca seslenmiş:

- Yahu, o vermeyi bilmez. "Elimi al" diye bağırsanıza.

Bugün, kültürlerarası etkileşim Nasreddin Hoca’nın al-ver hikayesine göre çok boyutlu, daha karmaşık bir ilişki gibi görünse de, özü bir. Adına almak da, vermek de deseniz, sonuç aynı, etkileşim iki tarafı da geri dönülmeyecek biçimde değiştiriyor. İsterseniz önce kısa bir giriş yapayım. Louisiana, Amerika’da cazın doğduğu bölge. Ben bu yazıda Louisiana ve Anadolunun geçmişine bir göz atıp, bu iki bölgenin ‘kültürel melezlik’ açısından benzerliklerini inceledikten sonra, konuyu biraz daha Anadolu, çokkültürlülük ve caz müziğine getirmek istiyorum.


Louisiana
Louisiana, çokkültürlü, çokdilli bir bölge. Yerleşimle ilgili ilk bulgular, İ.Ö. 3.500’lerde avcı toplayıcı toplulukların, Louisiana’nın kuzey bölgesinde yaşadıklarını gösteriyor.  Amerikan yerlilerinden oluşan nüfus, İ.S. 1.500’lerde önce İspanyollar, sonra da Fransızların koloniler kurmasıyla farklı kültürlere kapılarını açmış. 1.700’lerin başında, Fransız kolonilerine getirilen Afrikalı köleler, Louisiana’nın melez yapısını daha da çeşitli bir hale getirmiş. 1721’de, New Orleans’ta yaşayan 1.256  kişinin neredeyse yarısının Afrikalı kölelerden oluştuğunu düşünürsek, köle ticaretinin ne kadar hızlı ve yoğun olduğu sanırım anlaşılacaktır. 1803 yılında Birleşik Devletler’in, Louisiana’yı Fransa’dan satın almasından dokuz yıl sonra, 1812 yılında Louisiana, Birleşik Devletler’in eyaleti haline gelmiş. Louisiana’da, Avrupalı kolonilerden önce, Caddo, Tunica, Natchez, Houma, Choctaw, Atakapa, and Chitimacha gibi yerel diller konuşulurken, daha sonra İspanyolca, Fransızca ve İngilizce de konuşulmaya başlanmış. Bugün evlerinde kendi dillerini konuşan azınlıkları saymazsak, tüm toplumun İngilizce konuştuğunu söyleyebiliriz. Şu anki nüfusa baktığımızda, toplumun üçte ikisini beyazların, üçte birini ise siyahlar oluşturduğunu görüyoruz. Asya ve Amerikan yerlileri de %1’ler düzeyinde. Dini inanış olarak toplumun % 60’ı Protestan, % 28’i Katolik, % 8’i dinsiz, % 4’ü ise sırasıyla Yehova Şahitleri, Müslümanlar, Budistler, Hindular ve Musevilerden oluşuyor.(1)

Anadolu
Eğer sıkılmadıysanız, şimdi bir de tarihte Anadolu turuna çıkalım. Anadolu’daki ilk yerleşimler İ.Ö. 700.000’lü yıllara kadar gidiyor. Bulgulara baktığımızda İ.Ö. 8.000’lerde Çayönü (Diyarbakır), İ.Ö. 7.000’lerde Çatalhöyük (Konya) gibi çok sayıda yerleşime rastlıyoruz. Bulgulara göre, Anadolu tarihindeki en önemli uygarlıklardan birisinin Hititler olduğunu söyleyebiliriz. Hititler, Hint-Avrupalı olduğu düşünülen bir halk, İ.Ö. 3.000’lerde Anadolu topraklarına  gelmiş ve o tarihte Anadolu’da güçlü bir uygarlık süren Hattiler’den çok etkilenmişlerdir. Hitit uygarlığı, mimari, takı sanatları, seramik sanatı gibi pek çok konuda Anadolunun parlayan yıldızı gibidir. Hititler sonrası Anadolu, Tunç Çağında,  Lydia, Lykia gibi çok sayıda uygarlığa, Helenistik dönem uygarlıklarına ve sonrasında da Roma İmparatorluğu’na ev sahipliği yapmıştır. Bizans İmparatorluğu ve Selçukluları izleyen Anadolu Beylikleri dönemi, Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü artırması ile kaybolmuşlardır.

 (2)

Osmanlı İmparatorluğu çok sayıda, farklı halktan oluşuyordu. Fethedilen bölgelerdeki yabancı ailelerin çocuklarının alınarak yeteneklerine uygun alanlarda yetiştirilmelerine dayanan devşirme sistemi, Osmanlı'nın yönetim kademelerinde de çokkültürlü bir yapı olmasını sağlamıştır. Osmanlı İmparatorluğundaki çok sayıda komutan ve vezir, devşirme sisteminde yetişmiştir. 1800’lü yılların sonunda, Osmanlı’da nüfus şu şekildeydi: Müslümanlar, Yunanlar (Makedonlar, Anadolu Rumları, Pontus Rumları, Kafkas Rumları dahil), Ermeniler, Bulgarlar, Katolikler, Yahudiler, Protestanlar, Latinler, Asurlular ve Çingeneler. (3)

Bildiğiniz gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nun resmi dili Türkçe. Yerel yönetimlerde ise Türkçe ve bölgenin yerel dilleri (Arapça, Arnavutça, Berberice, Boşnakça, Bulgarca, Ermenice, Farsça, Hırvatça, Kürtçe, Macarca, Rumca/Yunanca, Rusça, Sırpça v.b. gibi) kullanılıyordu. Edebiyatta ise esas olarak Türkçe ve Farsça kullanılmıştır. Osmanlı topraklarında Müslümanlık ağırlıklı olmak üzere Hıristiyanlık ve Musevilik de imparatorluğun hoşgörüsü içinde yaşamını sürdürebilmişti.

Biraz daha günümüze geldiğimizde, 20.yüzyılda Anadolunun, çoğunlukla Türkler ve Kürtlerden oluşmakta olduğunu, Lazlar, Romanlar gibi az da olsa farklı halklar yer aldığını görebiliyoruz. 1915 Ermeni Soykırımı ve Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki mübadeleyle (Yunanistan'daki Türk kökenli halkla, Türkiye’deki Rumların değiş-tokuş edilmeleri) Anadoludaki Türk-Müslüman baskınlığı artmıştır. 1923-1927 arasındaki nüfus değişiminde Türkiye, toplam nüfusunun % 3,5’ini kaybetmiştir. Ülkeyi terk eden Rumlar, Trakya’daki birçok şehirde, şehir nüfusunun neredeyse üçte birine denk geliyordu. Bunu gözünüzde canlandırmanız için, şu an yaşadığınız mahalledeki komşularınızın üçte birinin, kısa süre içinde, başka bir ülkeye gittiğini düşünmek yararlı olabilir.

Bu genel bilgiden sonra, bugün çokkültürlü, çok dilli yapısından uzaklaşmış da olsa, Anadolunun yüreğinde onlarca halkın, dinin, dilin sesini taşımaya devam ettiğini söyleyebiliriz. Şimdi asıl konumuza dönebiliriz. Anadolu toprakları, Louisiana’ya göre, çok daha fazla kültüre yataklık etmiş, farklı dinleri, uygarlıkları, inançları ağırlamış olsa da kültürel yapıyı tanımlamak için iki bölgeye de ‘melez’ demek sanırım uygun olur. Caz konusuna geçmeden, bir coğrafi bölgede 'melez kültürlerin' yaşaması, oradaki yaşamı ve sanatsal yaratıcılığı nasıl etkiler, biraz buna bakalım.

Kültürel Melezlik, Yaratıcılık ve Caz
Dilerseniz bu noktada ‘melez’ kavramını biraz irdeleyelim. Melez sözcüğü, olumlu çağırışımlara sahip olsa da bütün diller, kırma, soysuz, karışık ırk gibi olumsuz sözcüklere de sahip. Dünyanın bugün geldiği noktada, artık iki, üç değil çok daha fazla kültürün bir araya geldiği çokkültürlü ortak bir yaşam söz konusu. Böylesi karşılaşmalardan etkilenen halkların kültürlerinde, farklı yönler gelişip, bazı özellikler de gerileyebiliyor. Örneğin; dile yabancı sözcükler girdiği gibi, iki dilde de olmayan yeni sözcükler veya tümüyle yeni bir dil ortaya çıkabiliyor. Ezgiler, danslar, takılar, giysiler, eşyalar, yemekler, kültürlerin ilk halini inceleyerek öngöremeyeceğimiz bir yönde değişebiliyor. Çok sayıda farklı ilişki söz konusu olduğundan, bu kadar çapraşık bir etkileşim ağı sonrasında, nasıl bir değişimin olacağını kestirmek olası değil. Peter Burke, bu türden kültürel karşılaşmaların yaratıcılığı teşvik ettiği iddiasını mantıklı bulduğunu söylüyor. (4)

Peki neden bu etkileşimler, yaratıcılığı artırsın?

  • Farklı kültürlerle tanışmanın, kendi kültüründeki sınırları ve algıları genişletme yönünde baskı oluşturması beklenir. Kültür hayatındaki sınırlar genişlediğinde, yaratıcılığın alanının da büyümesini beklemek yanlış olmaz.
  • Farklı kültürler, farklı yöntemleri, farklı iş yapma biçimlerini, farklı sözcükleri bize kazandıracağından, yaratıcıların kullanacağı malzeme, ilişki ve işleme yöntemlerinin sayısında ilk duruma göre artış olması beklenir. Bunun da yaratıcılığı olumlu yönde etkileyeceği açıktır.

 (5)

İsterseniz, kültürel melezliğin, yaratıcılık üzerindeki olumlu etkileriyle ilgili  bazı örnekler verelim :

  • Mimar Sinan, Kayseri'nin Agrianos (bugünkü Ağırnas) köyünde Türk, Ermeni veya Rum olarak doğmuş, 1511'de devşirme olarak İstanbul'a gelmiş ve yeniçeri ocağına alınmıştır. (6)  Sinan’ın kendi anlatımıyla: "Bu değersiz kul, Sultan Selim Han'ın saltanat bahçesinin devşirmesi olup, Kayseri sancağından oğlan devşirilmesine, ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemi oğlanlar arasından, sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi isteğimle dülgerliğe seçildim. Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. İstanbul'a dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım.” Mimar Sinan, bir devşirme olmanın yanında, kendisinin de söylediği gibi her gittiği yerden farklı bir şey öğrenerek kendisini geliştiren, farklı kültürlerden yararlanan bir mimardı.
  • Şems-i Tebrizi, günümüzde İran'ın Doğu Azerbaycan Eyaleti’nin yönetim merkezi olan Tebriz şehrinde yetişmiştir. Bir Azeri Türk’üdür. Şems ile karşılaşmasını anlatırken "Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sadece taş duvarlarınızda.” diyen Mevlana ise etnik köken olarak Fars, Tacik veya Türk’tür. En büyük eseri Mesnevi ise Farsçadır. Mevlana ile Şems’in aşkı, farklı iki kültürün kaynaşmasını da içermektedir. Mevlana’nın, kendisindeki yaratıcı ışığı, Şems’in ışığının yansıması gibi anlatmasına bakarak, bu karşılaşmadan çok olumlu biçimde etkilendiğini düşünebiliriz.
  • Jamaika’da doğan Reggea (öncülü olan Rocksteady’le birlikte); blues, jazz, ska gibi türlerle Afrika ve Latin gibi farklı ritmlerden etkilenmiş melez bir müzik türüdür.
  • Endülüs bölgesinde doğan Flamenko müziği, bölgedeki yerli İberik halklar, Berberi-Arap Müslümanlar, İspanyalı Yahudiler ve Çingeneler tarafından, birlikte üretilmiş melez bir müzik türüdür ve ezgilerinde, tüm bu halkların etkilerini taşır.
  • Yaşar Kemal’in ailesi, uzun bir göç süreci sonunda, Van Gölü’ne yakın Ernis (bugün Ünseli) köyünden, Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyüne yerleşmiş ve Yaşar Kemal de burada doğmuştur. Kendi anlatımına göre bir Türkmen köyünde tek Kürt ailenin çocuğu olarak doğup büyüyen Yaşar Kemal, evde Kürtçe, köyde ise Türkçe konuşuyordu. Yaşar Kemal, romanlarını Türkçe yazsa da, hem Türk, hem de Kürt kültüründen beslenmiştir. 2007 yılında, Kürt romancı Mehmed Uzun’un Diyarbakır’da düzenlenen cenaze törenindeki konuşmasında şöyle diyordu ünlü yazar : “Dünyada hiçbir kültüre, kültür zarar vermemiştir. Her kültür, öbür kültürü beslemiştir. Bu anlaşılmıyor. Kültürler birbirlerini öldürmezler. Kültürler birbirlerini çoğaltırlar, yaşatırlar, zenginleştirirler. Bunu bilmeyenler kendi kültürlerini öldürüyor. Yasakladığı kültürleri de öldürüyorlar. Bu cehaletten geliyor. Bir ülkede kültürlerin çeşitliliği o ülkenin zenginliği, büyüklüğüdür.” (7)
  • Fazıl Say, İstanbul Senfonisi’nde, bir yandan, hicaz makamı ile başlayıp, 13/8 ve 9/8’lik aksak Türk ritmlerine karışan, Mehter Marşından, dinsel motiflere, Sulukule meyhanelerinden, yerel şarkılara, ney ile kanundan, kudüm ve darbukaya uzanan İstanbul’un tarihsel kültürünü, diğer yandan ise bu yerel birikimle karşı karşıya gelen geniş bir senfonik orkestrayı, atonal tınıları, karmaşık geçişlerin modern dünyasını anlatmaktadır. Senfoni, İstanbul tarihinin birbirine geçmiş kültürel zenginliğini, büyük bir başarıyla yansıtmaktadır.(8)
  • Kerem Görsev, “Türkiye’de Caz” belgeselinde bir anısını anlatırken, Therapy albümünün kayıtlarında çaldığı bir makamsal (Türk müziği makamları) piyano soloyu, ünlü müzisyenler Alan Broadbent'le Ernie Watts’ın çok beğendiklerini; albümdeki en güzel parça olarak, bu parçayı düşündüklerini aktarıyor.(9)
Şimdi 'melez' kültüre sahip coğrafyaları ve melez kültürün yaratıcılık üzerindeki etkilerini yanımıza alıp, caz müziğinin kapısını çalabiliriz. Caz; dünyadaki müzikler, hatta tüm sanat dalları içinde melezlikten en çok beslenen müzik türü. Belki de kültürel melezlik için, cazın çimentosu diyebiliriz. Louisiana’nın melez kültürü, cazın doğasına işlenmiş bir genetik kod gibi. Yüzyıllık zaman içinde, türler, ritmler, ezgiler, armonik yapı, enstrümanlar değişti ama bu kod hiç değişmedi. Louisiana’dan tüm dünyaya yayıldı. Bir caz topluluğundaki renklilik artık şaşırtıcı gelmiyor kimseye. Müzisyenlerin biri Afrika’dan, diğer Norveç’ten, başkası Hindistan’dan gelip, bir arada dünyanın en büyülü müziklerini yaratabiliyorlar. Django Reindhardt’ın çingenelerin geleneksel tınısını cazla birleştirmesi, John McLaughlin’in L.Shankar (keman), Zakir Hüseyin (tabla), Thetakudi Harihara Vinayakram (ghatam) gibi müzisyenlerle kurduğu Shakti topluluğunun Hint tını ve ritmleri, Arjantiinli badoneoncu Astor Piazzolla’nın yeni tangosu, Jobim’in latin caz ezgileri ve daha onlarca yerel tını, artık bütün dünyaca bilinen cazın ortak diline dönüştü. Bu birleşimler, yerel müzikleri öldürmedi, zayıflatmadı, yozlaştırmadı; tam tersine güzelleştirdi.

Dünyadaki her toplum, eğer coğrafi olarak yalıtılmış veya başka toplumlardan habersiz değilse, belli ölçüde başka kültürlerden etkilenmek durumunda. Farklı kültürlerin etkileşimi sırasında, toplumların ahlak anlayışı, dini inançlar, yabancılara yaklaşım gibi pek çok öğe, değişimin yönü ve büyüklüğü konusunda belirleyici oluyor. İslamiyet’in bu türden kültürel değişimlere açık bir din olduğunu söylemek güç. Ancak, bin yıllardır Anadolu’da yaşayan farklı kültürleri düşündüğümüzde, kültürel genetik mirasımızın içinde böylesi değişimler zaten bulunsa gerek.

Kuşkusuz, kültürel değişimleri ele alırken, kapitalist düzenin dayatmalarını bir kültürel etkileşim olarak görmeyecek kadar da uyanık olmak gerek. Küreselleşme adı altında, tek dilli, sığ bir estetik anlayışın tüm dünyayı egemenliği altına alması ve popüler kültürün pazarlama, tüketim, büyüme döngüsünde kendinini başka kültürler altında yeniden satmaya çalışmasına karşı duyarlı olmak zorundayız. Ancak bunu da duvarlar örerek değil, kendi kültürümüzü güçlendirerek, farklı kültürlerle daha güçlü bağlar kurarak yapabiliriz. Yozlaşmaya ve popüler kültürün baskısına ancak bu şekilde direnebiliriz.

 (10)

Bu toprakları, tekdüze, kalıpçı, otoriter, miliyetçi duygulardan arındırabilmek için müzik, resim, heykel, tiyatro gibi tüm sanat dallarını yeniden Anadolu ile buluşturmalıyız. Hele bir, Anadolu topraklarına caz tohumlarını serpebilsek, cazın tıpkı Louisiana’da olduğu gibi Anadoluda da büyük bir hızla serpilip gelişecek. Eksiğimiz olan biraz güven, biraz hoşgörü, biraz da sevgi.

Hoşgörü, Anadolunun ovalarını sulayan ırmaklar gibi. Bırakalım özgürce, dilediğince aksın, Yunus Emre'nin yurdunda, artık bilginin ve sevginin tohumlarını büyütsün, nefretin değil.

Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu âlem birdir bize
Yunus EMRE

Kaynakça:
(3) Osmanlı İmparatorluğu, http://tr.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu#DemografiErişim Tarihi: 04.06.2014
(4) Burke, Peter (2011), Kültürel Melezlik (İstanbul, Asur Yayınları) - Birinci Baskı: Nisan/2011, Çev.Mustafa Topal
(6) Mimar Sinan, http://tr.wikipedia.org/wiki/Mimar_Sinan, Erişim Tarihi: 04.06.2014
(7) Yaşar Kemal, Radikal Gazetesi 14.10.2007, http://www.radikal.com.tr/haber.php/?haberno=235695, Erişim Tarihi: 05.06.2014
(8) Fazıl Say İstanbul Senfonisi'ni anlatıyor, http://www.youtube.com/watch?v=i5Etc3g-D5c, Erişim Tarihi: 05.06.2014
(9) Kerem Görsev - Türkiye'de Caz Belgeseli, http://www.youtube.com/watch?v=7wF-Clo-noE, Erişim Tarihi: 05.06.2014
(10) Melez İkizler, http://www.stellasmagazine.com/2010/09/one-in-a-million-black-and-white-twins/, Erişim Tarihi: 05.06.2014

Not: 06.06.2014 tarihinde gözden geçirilmiştir. (Anlatım, yazım hataları)

1 Haziran 2014 Pazar

'Üryan Geldim, Gene Üryan Giderim' *

Bebeklerin çaresizliğini bilirsiniz. Zarar vereceğim diye dokunmaya bile çekinir ya insan. Nasıl bu kadar hoyrat olduk biz sonradan. Ağlamalar, mırıltılar, ninniler. Hadi bunlardan söz edelim. Ağzında annesinin memesi, dudakları mosmor. Ne kadar güzeller, değil mi, uyurken. Bir düşün, sonra şu halimize bak. Konuşurken ağzımızın içine kıvrılmış, avını bekleyen, bronz yılanlar. Kusardık oysa bebekken, ilk önce kusmuğumu tutmayı öğretti babam.

Örte örte büyüdük. Kat kat giyindik, sıra sıra. Öyle ki, yaşımızı bulmak için, soydular bizi, kat kat olmuş derilerimizi saydılar. Tozu kızılla örttük, griyi siyahla. Bir salkım, üzümcül kara. Bir salkım düştü yere. Denize, toprağa, kızılcığa. Yaşamla ölüm gibi. Bir yanda, denizin ak köpüklerinden doğan Afrodit, diğer yanda, denize dönmek isteyen Nazım. 

“Ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum!“

Kendini aramak, kendini bulmak, kendinden konuşup, kendi halini sormak. Hepsi serbest de, bir kendini kanatmak mı yasak. Sen, yürekli olmak üstüne konuşan, hayatını bir gecelik gibi çıkarıp sırtından, yalnızlık gibi düştün mü gökyüzünden, sonsuzluk gibi çarptın mı hiç yüzünü maviye? 

İplik almaya, gazete almaya gider gibi. Öyle temiz, öyle doğal. Çay ertesi, ikindi vakti. Şöyle der gibi: "Böyle olsun bugünlük, düşeriz akşam hesabından." Evet, su gibi: hem olağanüstü, hem sıradan. 


Burcu Namlı, geçen hafta, Boğaziçi Köprüsü’nden atlayarak ölümü seçti. Giysilerini çıkarmış, saçlarını da kazıtmıştı. Dünyaya nasıl geldiyse, gene öyle. Masum, yalnız, çırılçıplak. Dünyanın tüm karalarını, korkulukların bir metre önünde bırakıp, hiçbir şey söylemeden. Çok şey anlatarak...


Bilinmeyen
O ki bardağa dökülen şaraptır
(Bal yoğunluğundadır, sıcaktır, ışıktır)

O ki sabah erken bir bahçedir
(Çayır kokusudur, serinliktir, muttur)

O ki esen yeldir kar erirken
(Çigdemdir, agaç çiçeğidir, okşayıştır)

O ki içilen sudur kana kana
(Özlemdir, doymayıştır, kardeştir)

O ki bir yüce ırmaktır akar
(Ürküntüdür, baş dönmesidir, gidiştir)

O ki maviliği belirsiz denizdir
(Buğulanmadır, düştür, sevmekte ölümdür)

O ki bir ince kızdır ak tenli
(Yaşamdır, umuttur, gözyaşıdır)    

Cahit Külebi

'Üryan Geldim, Gene Üryan Giderim' - Karacaoğlan