İstanbul Şehir
Tiyatrolarının 2014-2015 sezonundaki yeni oyunlardan birisi İsmail Kadare’nin
aynı adlı romanından uyarlanan Ölü
Ordunun Generali.(1) Yeton Neziray’ın tiyatro için uyarlayıp,
Bilge Emin’in Türkçeleştirdiği oyunu yönetmen M.Nurullah Tuncer sahneye koyuyor.
Üsküdar Musahipzade Celal sahnesinde izlediğim Ölü Ordunun Generali’nde dramaturji
Hatice Yurtduru’ya, sahne tasarımı M.Nurullah Tuncer’e, kostüm tasarımı Tomris
Kuzu’ya, ışıklar Cengiz Özdemir’e, müzik Cenap Oğuz’a, koreografi Ö.İlyas
Odman’a, efektler Özgür Yaşar İşler’e, yönetmen yardımcılıklarıysa Deniz
Evrenol Aydemir ve Fatma İnan’a ait.
Arnavut Yazar İsmail
Kadare, 1936 doğumlu (79 yaşında) ve Tiran’da yaşıyor. Orijinal adı ’Gjenerali
i ushtrisë së vdekur’ olan Ölü Ordunun Generali adlı romanını 1963 yılında
yayımlamış. Bu roman ve sonrasındaki başarıları sayesinde günümüzün en büyük
edebiyatçılarından birisi olarak gösterilen Kadare’nin birçok yapıtı da Türkçeye
çevrilmiş durumda. Nobel ödülü için de adı geçen Kadare 2005 yılında Man Booker
Uluslararası Ödülü’nü kazanmış. Ölü Ordunun Generali, bir çok seçkide
20.yüzyılın en iyi yüz romanı arasında gösterilen, savaş karşıtı, çarpıcı bir
roman. Benim elimde şu an baskısı tükenmiş olan, 1986 yılında Can Yayınları
tarafından yayımlanmış bir kitap var. İlk basımı 1970 yılında Sander tarafından
yapılan Ölü Ordunun Generali, Attila Tokatlı ve Necdet Sander tarafından Türkçeye çevrilmiş.
Roman öylesine güzel çevrilmiş ki, baştan sona kadar Türkçe yazılmış şiirsel
bir şölen gibi. Bu kitabın Türk okurlarınca çok beğenilmesinin bir nedeni çeviriyse diğeri de
konusunun Çanakkale savunmasını anımsatması olabilir gibi
geliyor bana. Tüm bunlardan sonra, oyuna gelecek olursak, eğer böylesine güzel bir roman, kötü bir
uyarlamayla aslından ne kadar uzaklaşabilir, ruhunu nereye kadar yitirebilir
diye merak ediyorsanız bu oyuna gidin.
İsmail Kadare
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, herkes dilediğince oyun yazabilir, dilediği gibi de sahneye koyabilir. Bize de oyun yazarının seçimlerine saygı göstermek düşer. Ancak Ölü Ordunun Generali gibi çok önemli bir romanı oyunlaştırıyorsanız daha özenli olmanız gerekir. Yoksa, romandan dolayı üst düzeye çıkmış izleyici beklentilerinin altında ezilirsiniz.
Önce oyunun konusunu anımsatalım. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Arnavutluk topraklarını işgal eden Faşist İtalyan ve Alman orduları, karşılaştıkları yerel direniş sonrasında büyük kayıplar vererek bu topraklardan çekilirler. Romanda, savaşın üzerinden yirmi yıl geçtikten sonra, işgalcilerin geride kalan ölü askerlerini bulup, getirmek üzere, iki ülke tarafından birer generalin görevlendirerek, yeniden Arnavutluk topraklarına gönderilmeleri anlatılıyor. Roman, çocuklarının kemiklerini bekleyen aileleri öylesine güzel anlatıyor ki, general yola çıkmadan önce bir kadının kendisine söylediği şu sözleri anımsıyor: “Görkemli ve gururlu bir kuş gibi uçacaksınız, bu sessiz ve trajik dağların üstünden, boğazlarından ve pençelerinden almak için bahtsız oğullarımızı.” Roman boyunca süren bu şiirsel dil, oyunda ne yazık ki yok. Peki oyunda ne var? Birbirine bağlanmayan yapmacık, kopuk cümleler, konuyla ilişki kuramayan, yapay bir sahne tasarımı, yoldan geçerken sahneye zorla çıkarılmış gibi duran oyuncular ve bolca da kemik var.
Romanda generalin,
Arnavutluk’a gelmeden önce orada savaşan askerlerden duydukları bölümler,
savaşın acımasızlığını gösteren geriye dönüş sahneleriyle, belleğinizde farklı
bir boyut yaratıyor: “Derdi ki bana: ‘Yanında ölecek olursam, beni elden
geldiğince derine göm. Geçende Tepedelen’de olduğu gibi, çakallar, köpekler,
cesedimi bulsunlar istemem. Hatırlıyor musun oradaki köpekleri? Şimdi ölmüştü
arkadaşım ve ben kazarken kendi kendime ‘Korkma’ diyordum, ‘derin olacak
çukurun, çok derin’.” Bize askerlerin düşüncelerini getiren başka bir bölüm:
“’Bu madalyonu niye üstümüzde taşıyoruz?’ demişti bir gün. ‘Ölecek olursak
tanıyabilsinler diye mi?’ Acı bir alayla gülmüştü sonra. Savaş bittikten sonra,
kalıntıları aramaya girişmek kadar büyük bir ikiyüzlülük yoktur dünya yüzünde.
Rahat bıraksınlar girdiğim yerde beni, yeter. Bu pis madalyonu da fırlatıp atacağım
bir yere.” Kadare, belki de romanın belkemiğini oluşturan bu ikiyüzlülüğü bir
askerin ağzından bize gösterirken, Yeton Neziray, uyarlamasında bu bölümlere yer
vermemiş. Hadi, çok da haksızlık etmeyelim, ilk konuşmaya oyunun sonunda rastlıyoruz.
Nerede mi? Zalimliğiyle nam salmış faşist albayın ölümünün ardından gelen
satırda. İnanması güç ama öyle. Konuya
ne kadar uzak olursanız olun, Kadare’nin romanındaki masum bir İtalyan
askerinin derine gömülme isteğini, kocasını idam ettirip, 14 yaşındaki küçük kızına çadırda tecavüz ettikten sonra, kızın buna dayanamayıp kendini kuyuya atması
üzerine geride kalan annesi tarafından öldürülen insanlığın yüz karası bir
faşist albayın cesedine iliştirmeyi aklınıza getirmezdiniz sanırım. Neyse ki bu
olağanüstü sıralama fikri Yeton Neziray’ın aklına gelmiş.
Peki, romanın içinde
yer alan can alıcı ayrıntılar? Generalin ölü albayın eşi ile rahip arasındaki
yakınlaşmadan kuşkulanması, işgalcilerin Arnavutlar hakkındaki kibirli
görüşleri, kaçak askerin değirmencinin kızı Kristina’ya platonik aşkı, generalin
dağlarda, ovalarda, çamurlu yollarda, yiten umutları. Bunların hiçbirisi oyunda
yok.
Romanda, general
mezarlıktaki “Düşmanlarımızın sonu budur işte!” yazısına çok sinirlenince,
Arnavut uzman “Yirmi yıl önce arkadaşlarımızı ipe çekerken göğüslerine faşistçe
özdeyişler yazıyordunuz. Şimdi şu basit cümleye bile katlanamıyorsunuz” der. Oyunda
ise aynı bölüm şöyle geçiyor “On yıl önce sizler bizim arkadaşlarımızın
göğüslerine kendi sloganlarınızı yazdınız. Şimdi ise basit bir ifadeye
kızıyorsunuz.” İfadeler törpülenmiş, faşist sözcüğü kaldırılmış, 20 yıl da 10 yıl olmuş. Hem yıl sayısında,
hem de sıfatlarda indirime gidilmiş. Bu özensizlik ve ürkeklik, uyarlamanın her yerinde
kendisini gösteriyor. Eğer faşist sözcüğünden korkuyorsanız, İsmail Kadare'nin romanlarında ne işiniz var?
Yeton Neziray, romanda
işgal kuvvetlerinin eski bir Arnavut kentine açtıkları genelev ile ilgili
bölümü değiştirmiş ve eklemeler yapmış. Bu bölüm romanda, hem kent
insanınındaki değişimi sergileyen, hem de genelevde çalışan kadınların
umutsuzluğunu anlatan, savaşın yalnızca askerler ve yakınları değil, bütün insanlar
üzerindeki yıkıcı yönünü gösteren son derece kasvetli, acıklı bir bölüm.
Neziray, bu bölümü anlamaktan öylesine uzak ki, mezarcılara anlattırdığı bu bölümü
şöyle bitiriyor: “3.Mezarcı: Helal
olsun anlattıklarından çok keyif aldık. (Herkes gülümser. Kadeh tokuşturulur ve
tekrar şarkı söylenmeye başlarlar.)” Şarkı mırıldanmayı biliyorum da şarkı
söylenmek nedir hiç duymadım. Bunu da çevirmen Bilge Emin’e sormak gerekir
herhalde. Çeviri ile ilgili sorunlar, metinde hemen kendisini gösteriyor.
Romanda “Başınıza kötü bir iş gelmedi mi hiç?” sorusu oyunda “Başınıza bir kaza
gelmiş olmasın?” diye çevrilmiş. Bu ikisi elmayla armut kadar farklı.
Romanın en ilginç
yerlerinden birisi de kaçak İtalyan askerinin, sığındığı evdeki, değirmencinin
kızı Kristina’ya aşkını anlatan günlükler. Bu bölümler oyuna son derece duygusuz
ve hatalı bir biçimde aktarılmış. Romanda, uzun süredir nişanlı olan Kristina, törensiz
mörensiz hızlıca evlendirilir. Düğün yapılmaz. Oyundaysa Kristina evlenmez
nişanlanır (zaten nişanlı değil miydi?), seremoni düzenlenir, kınalar yakılır.
Romanda ağlamadan giden Kristina oyunda ağlar.
Kristina’nın
evleneceğini duyan kaçak asker şaşırır, Kristina’ya son bir armağan vermek
istemektedir ama hiçbir şeyi de yoktur. Tek mal varlığı olan madalyonu gelir
aklına. Kristina kendine armağan edilen madalyonu eline alıp ne işe yaradığını sorar. Şimdi
aynı konuşmaya önce romandan, sonra oyundan bakalım:
- Öldüğüm zaman
tanınayım diye.
Gülmeye başladı.
- Nereden biliyorsun
öleceğini?
- Yani, ölecek
olursam.
Şimdi de oyuna
bakalım:
- Beni öldürdüklerinde
tanıyabilsinler diye.
- Öldürüleceğini
nereden biliyorsun?
- Eğer beni öldürürlerse.
- Teşekkür ederim.
Oyundaki bu diyalogu anlayabilmek için kendi kendime birkaç neden bulma denemesi yaptım ancak geldiğim nokta hep aynı oldu: Zırva tevil götürmez. Oyun boyunca
uyarlamadan mı, çeviriden mi kaynaklandığı belli olmayan bu savrukluk, üst üste
eklene eklene metni anlaşılmaz kılan, duyguları yok eden bir çorbaya
dönüşüyor. Yeton Neziray, romandaki
olayların sırasını değiştirip, yer yer eklemeler de yapıyor. Yani bu oyuna
giden birisinin bu tuhaf uyarlamaya bakarak, romanı doğru tahmin etmesi
olası değil.
Romandan bir çarpıcı
bölüm daha: Nik Martin, faşistlere karşı tek başına, omzunda tüfeğiyle
savaşmaya giden bir yurtseverdir. Onun ardından işgalcilerle savaşmak için
yüzlerce gerilla iner dağlardan. “Haberin bütün bölgelere nasıl hızla
yayıldığını ve nasıl ülkenin her köşesinden insanların beş, on, yirmi kişilik
topluluklar halinde, tüfeklerini omuzlayıp akın akın vuruşmaya koştuklarını
anlatmışlardı. Uzaklardan geliyorlardı. Hiç kimse örgütlememişti onları.
Dağları, vadileri aşıyorlardı ardarda.” Bu coşkulu anlatım oyunda yok. Sahnedeki haliyle Nik Martin, neredeyse
bir orduyu yeneceğini sanan maceracı, yalnız bir adam gibi. Zaten oyunun hiçbir
yerinde partizanların destansı direnişine dönüşen küçük öyküler yok.
Bana sorarsanız romanın
doruk noktası, general ve ekibinin yola çıktıkları günden başlayarak bulmak için çırpındıkları albayın
kemiklerinin, bir köy evinde, yaşlı bir kadın tarafından çuval içinde önlerine
atıldığı bölüm. Albayın kemiklerinin olduğu çuvalı generalin önüne atansa, kocasını idam ettirip, 14 yaşındaki kızına tecavüz eden, işgalci
albayı elleriyle öldürmüş bir yaşlı Arnavut kadın. Generalin çuvalı alıp gitme
sahnesi, romanda şöyle aktarılıyor: “Paltosunu giydi sonra, yavaş bir hareketle
çuvalı alıp omzuna yerleştirdi ve yeryüzünün bütün utanç ve ağırlığını sırtında
taşırmış gibi, yükünün altında ezik ve iki büklüm, çıktı.” Romanda sizi
soluksuz bırakan bu doruk noktasının, oyunda farkına bile varmıyorsunuz. Ben, kemikleri çuvalda atılan albayın, generalin kitabın başından beri aradıkları albay olduğunu, romanı okurken
fark ettim. Uyarlama ve çeviriyle ilgili daha çok sayıda örnek verilebilir ama
bu kadarı bence yeterli. Biraz da sahneye bakalım.
Yönetmen M.Nurullah
Tuncer’in ışık ve sahne tasarımı konusundaki deneyimini bilsem de, belki de
oyuna ısınamadığım için, sahne bana yapay göründü. Çamur deryasından çok
dalgalı bir denizi andıran zemin, ölümden çok erotizmi çağrıştıran kızıllık ve
hem sahnede hem de izleyici koltuklarındaki siyah balonlar Kadare’nin romandaki
tablolarını yaratmaktan çok uzaktılar. Kadare’nin aşağıdaki sözcüklerle
yarattığı atmosferi, sahneye taşımak olası mı, elbette bu da tartışılır.
“Ekim gecesi inmişti
ovaya. Gölgeden kurtulmayı boş yere deneyen ayışığı, şimdi sisin ve bulutların
delikleri arasından süzülüyor, bu ıslak, ışıklı perdeden sızarak geniş ufkun ve
ovanın üzerine yaygın bir biçimde, yavaş yavaş, damla damla dökülüyordu.
Gökyüzü şu anda ağır bir sıvıyı andırıyor, ovanın ve yolun üzerine uzaklarda,
süt damlaları yağmış gibi görünüyordu.”
Böyle bir oyunda,
oyuncuları değerlendirmek ne derece doğru olur bilemiyorum. Ellerinden geleni
yapsalar da, gelişigüzel sahnelenmiş bu oyuna herhangi bir katkı sağlayamıyorlar
ne yazık ki.
Romandan iki cümleyle
son verelim: “Ya türkülerini duysanız. Tüylerini ürpertir insanın”. İşte bu oyunda
türkü eksik. Ruh yitik, duygular törpülenmiş. Oyunda ne komutanın hırsını, ne
askerin saf aşkını, ne savaşın anlamsızlığını, ne de faşist orduları karşısında
partizanların direnişini hissedebiliyorsunuz. Sanki romanın ruhu anlaşılmadan,
özet çıkarır gibi art arda eklenmiş bölümlerle özensiz bir iş kotarılmış. Uyarlamasından,
çevirisine, yönetmeninden, dekoruna kadar her şey üstünkörü olunca da ortaya ne
yazık ki bu sonuç çıkıyor. İsmail Kadare’nin savaş karşıtı eşsiz romanı,
sahnede ne anlattığı belli olmayan bir kemik yığınına dönüşüyor.
Giderim, beğenmezsem
ikinci perdede çıkarım diyenler için kötü haber: Oyun tek perde.
Kaynakça:
1- İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Şehir Tiyatroları, Ölü Ordunun Generali, http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-tr/sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=448, Erişim Tarihi: 18.03.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder