20 Mart 2015 Cuma

Ölü Ordunun Generali

İstanbul Şehir Tiyatrolarının 2014-2015 sezonundaki yeni oyunlardan birisi İsmail Kadare’nin aynı adlı romanından uyarlanan Ölü Ordunun Generali.(1) Yeton Neziray’ın tiyatro için uyarlayıp, Bilge Emin’in Türkçeleştirdiği oyunu yönetmen M.Nurullah Tuncer sahneye koyuyor. Üsküdar Musahipzade Celal sahnesinde izlediğim Ölü Ordunun Generali’nde dramaturji Hatice Yurtduru’ya, sahne tasarımı M.Nurullah Tuncer’e, kostüm tasarımı Tomris Kuzu’ya, ışıklar Cengiz Özdemir’e, müzik Cenap Oğuz’a, koreografi Ö.İlyas Odman’a, efektler Özgür Yaşar İşler’e, yönetmen yardımcılıklarıysa Deniz Evrenol Aydemir ve Fatma İnan’a ait.


Arnavut Yazar İsmail Kadare, 1936 doğumlu (79 yaşında) ve Tiran’da yaşıyor. Orijinal adı ’Gjenerali i ushtrisë së vdekur’ olan Ölü Ordunun Generali adlı romanını 1963 yılında yayımlamış. Bu roman ve sonrasındaki başarıları sayesinde günümüzün en büyük edebiyatçılarından birisi olarak gösterilen Kadare’nin birçok yapıtı da Türkçeye çevrilmiş durumda. Nobel ödülü için de adı geçen Kadare 2005 yılında Man Booker Uluslararası Ödülü’nü kazanmış. Ölü Ordunun Generali, bir çok seçkide 20.yüzyılın en iyi yüz romanı arasında gösterilen, savaş karşıtı, çarpıcı bir roman. Benim elimde şu an baskısı tükenmiş olan, 1986 yılında Can Yayınları tarafından yayımlanmış bir kitap var. İlk basımı 1970 yılında Sander tarafından yapılan Ölü Ordunun Generali, Attila Tokatlı ve Necdet Sander tarafından Türkçeye çevrilmiş. Roman öylesine güzel çevrilmiş ki, baştan sona kadar Türkçe yazılmış şiirsel bir şölen gibi. Bu kitabın Türk okurlarınca çok beğenilmesinin bir nedeni çeviriyse diğeri de konusunun Çanakkale savunmasını anımsatması olabilir gibi geliyor bana. Tüm bunlardan sonra, oyuna gelecek olursak, eğer böylesine güzel bir roman, kötü bir uyarlamayla aslından ne kadar uzaklaşabilir, ruhunu nereye kadar yitirebilir diye merak ediyorsanız bu oyuna gidin.

İsmail Kadare

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, herkes dilediğince oyun yazabilir, dilediği gibi de sahneye koyabilir. Bize de oyun yazarının seçimlerine saygı göstermek düşer. Ancak Ölü Ordunun Generali gibi çok önemli bir romanı oyunlaştırıyorsanız daha özenli olmanız gerekir. Yoksa, romandan dolayı üst düzeye çıkmış izleyici beklentilerinin altında ezilirsiniz. 

Önce oyunun konusunu anımsatalım. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Arnavutluk topraklarını işgal eden Faşist İtalyan ve Alman orduları, karşılaştıkları yerel direniş sonrasında büyük kayıplar vererek bu topraklardan çekilirler. Romanda, savaşın üzerinden yirmi yıl geçtikten sonra, işgalcilerin geride kalan ölü askerlerini bulup, getirmek üzere, iki ülke tarafından birer generalin görevlendirerek, yeniden Arnavutluk topraklarına gönderilmeleri anlatılıyor. Roman, çocuklarının kemiklerini bekleyen aileleri öylesine güzel anlatıyor ki, general yola çıkmadan önce bir kadının kendisine söylediği şu sözleri anımsıyor: “Görkemli ve gururlu bir kuş gibi uçacaksınız, bu sessiz ve trajik dağların üstünden, boğazlarından ve pençelerinden almak için bahtsız oğullarımızı.” Roman boyunca süren bu şiirsel dil, oyunda ne yazık ki yok. Peki oyunda ne var? Birbirine bağlanmayan yapmacık, kopuk cümleler, konuyla ilişki kuramayan, yapay bir sahne tasarımı, yoldan geçerken sahneye zorla çıkarılmış gibi duran oyuncular ve bolca da kemik var.



Romanda generalin, Arnavutluk’a gelmeden önce orada savaşan askerlerden duydukları bölümler, savaşın acımasızlığını gösteren geriye dönüş sahneleriyle, belleğinizde farklı bir boyut yaratıyor: “Derdi ki bana: ‘Yanında ölecek olursam, beni elden geldiğince derine göm. Geçende Tepedelen’de olduğu gibi, çakallar, köpekler, cesedimi bulsunlar istemem. Hatırlıyor musun oradaki köpekleri? Şimdi ölmüştü arkadaşım ve ben kazarken kendi kendime ‘Korkma’ diyordum, ‘derin olacak çukurun, çok derin’.” Bize askerlerin düşüncelerini getiren başka bir bölüm: “’Bu madalyonu niye üstümüzde taşıyoruz?’ demişti bir gün. ‘Ölecek olursak tanıyabilsinler diye mi?’ Acı bir alayla gülmüştü sonra. Savaş bittikten sonra, kalıntıları aramaya girişmek kadar büyük bir ikiyüzlülük yoktur dünya yüzünde. Rahat bıraksınlar girdiğim yerde beni, yeter. Bu pis madalyonu da fırlatıp atacağım bir yere.” Kadare, belki de romanın belkemiğini oluşturan bu ikiyüzlülüğü bir askerin ağzından bize gösterirken, Yeton Neziray, uyarlamasında bu bölümlere yer vermemiş. Hadi, çok da haksızlık etmeyelim, ilk konuşmaya oyunun sonunda rastlıyoruz. Nerede mi? Zalimliğiyle nam salmış faşist albayın ölümünün ardından gelen satırda. İnanması güç ama öyle.  Konuya ne kadar uzak olursanız olun, Kadare’nin romanındaki masum bir İtalyan askerinin derine gömülme isteğini, kocasını idam ettirip, 14 yaşındaki küçük kızına çadırda tecavüz ettikten sonra, kızın buna dayanamayıp kendini kuyuya atması üzerine geride kalan annesi tarafından öldürülen insanlığın yüz karası bir faşist albayın cesedine iliştirmeyi aklınıza getirmezdiniz sanırım. Neyse ki bu olağanüstü sıralama fikri Yeton Neziray’ın aklına gelmiş.

Peki, romanın içinde yer alan can alıcı ayrıntılar? Generalin ölü albayın eşi ile rahip arasındaki yakınlaşmadan kuşkulanması, işgalcilerin Arnavutlar hakkındaki kibirli görüşleri, kaçak askerin değirmencinin kızı Kristina’ya platonik aşkı, generalin dağlarda, ovalarda, çamurlu yollarda, yiten umutları. Bunların hiçbirisi oyunda yok. 

Romanda, general mezarlıktaki “Düşmanlarımızın sonu budur işte!” yazısına çok sinirlenince, Arnavut uzman “Yirmi yıl önce arkadaşlarımızı ipe çekerken göğüslerine faşistçe özdeyişler yazıyordunuz. Şimdi şu basit cümleye bile katlanamıyorsunuz” der. Oyunda ise aynı bölüm şöyle geçiyor “On yıl önce sizler bizim arkadaşlarımızın göğüslerine kendi sloganlarınızı yazdınız. Şimdi ise basit bir ifadeye kızıyorsunuz.” İfadeler törpülenmiş, faşist sözcüğü kaldırılmış, 20 yıl da 10 yıl olmuş. Hem yıl sayısında, hem de sıfatlarda indirime gidilmiş. Bu özensizlik ve ürkeklik, uyarlamanın her yerinde kendisini gösteriyor. Eğer faşist sözcüğünden korkuyorsanız, İsmail Kadare'nin romanlarında ne işiniz var?

Yeton Neziray, romanda işgal kuvvetlerinin eski bir Arnavut kentine açtıkları genelev ile ilgili bölümü değiştirmiş ve eklemeler yapmış. Bu bölüm romanda, hem kent insanınındaki değişimi sergileyen, hem de genelevde çalışan kadınların umutsuzluğunu anlatan, savaşın yalnızca askerler ve yakınları değil, bütün insanlar üzerindeki yıkıcı yönünü gösteren son derece kasvetli, acıklı bir bölüm. Neziray, bu bölümü anlamaktan öylesine uzak ki, mezarcılara anlattırdığı bu bölümü şöyle bitiriyor: “3.Mezarcı: Helal olsun anlattıklarından çok keyif aldık. (Herkes gülümser. Kadeh tokuşturulur ve tekrar şarkı söylenmeye başlarlar.)” Şarkı mırıldanmayı biliyorum da şarkı söylenmek nedir hiç duymadım. Bunu da çevirmen Bilge Emin’e sormak gerekir herhalde. Çeviri ile ilgili sorunlar, metinde hemen kendisini gösteriyor. Romanda “Başınıza kötü bir iş gelmedi mi hiç?” sorusu oyunda “Başınıza bir kaza gelmiş olmasın?” diye çevrilmiş. Bu ikisi elmayla armut kadar farklı.



Romanın en ilginç yerlerinden birisi de kaçak İtalyan askerinin, sığındığı evdeki, değirmencinin kızı Kristina’ya aşkını anlatan günlükler. Bu bölümler oyuna son derece duygusuz ve hatalı bir biçimde aktarılmış. Romanda, uzun süredir nişanlı olan Kristina, törensiz mörensiz hızlıca evlendirilir. Düğün yapılmaz. Oyundaysa Kristina evlenmez nişanlanır (zaten nişanlı değil miydi?), seremoni düzenlenir, kınalar yakılır. Romanda ağlamadan giden Kristina oyunda ağlar.

Kristina’nın evleneceğini duyan kaçak asker şaşırır, Kristina’ya son bir armağan vermek istemektedir ama hiçbir şeyi de yoktur. Tek mal varlığı olan madalyonu gelir aklına. Kristina kendine armağan edilen madalyonu eline alıp ne işe yaradığını sorar. Şimdi aynı konuşmaya önce romandan, sonra oyundan bakalım:

- Öldüğüm zaman tanınayım diye.
Gülmeye başladı.
- Nereden biliyorsun öleceğini?
- Yani, ölecek olursam.

Şimdi de oyuna bakalım:
- Beni öldürdüklerinde tanıyabilsinler diye.
- Öldürüleceğini nereden biliyorsun?
- Eğer beni öldürürlerse.
- Teşekkür ederim.

Oyundaki bu diyalogu anlayabilmek için kendi kendime birkaç neden bulma denemesi yaptım ancak geldiğim nokta hep aynı oldu: Zırva tevil götürmez. Oyun boyunca uyarlamadan mı, çeviriden mi kaynaklandığı belli olmayan bu savrukluk, üst üste eklene eklene metni anlaşılmaz kılan, duyguları yok eden bir çorbaya dönüşüyor.  Yeton Neziray, romandaki olayların sırasını değiştirip, yer yer eklemeler de yapıyor. Yani bu oyuna giden birisinin bu tuhaf uyarlamaya bakarak, romanı doğru tahmin etmesi olası değil.

Romandan bir çarpıcı bölüm daha: Nik Martin, faşistlere karşı tek başına, omzunda tüfeğiyle savaşmaya giden bir yurtseverdir. Onun ardından işgalcilerle savaşmak için yüzlerce gerilla iner dağlardan. “Haberin bütün bölgelere nasıl hızla yayıldığını ve nasıl ülkenin her köşesinden insanların beş, on, yirmi kişilik topluluklar halinde, tüfeklerini omuzlayıp akın akın vuruşmaya koştuklarını anlatmışlardı. Uzaklardan geliyorlardı. Hiç kimse örgütlememişti onları. Dağları, vadileri aşıyorlardı ardarda.” Bu coşkulu anlatım oyunda yok. Sahnedeki haliyle Nik Martin, neredeyse bir orduyu yeneceğini sanan maceracı, yalnız bir adam gibi. Zaten oyunun hiçbir yerinde partizanların destansı direnişine dönüşen küçük öyküler yok.

Bana sorarsanız romanın doruk noktası, general ve ekibinin yola çıktıkları günden başlayarak bulmak için çırpındıkları albayın kemiklerinin, bir köy evinde, yaşlı bir kadın tarafından çuval içinde önlerine atıldığı bölüm. Albayın kemiklerinin olduğu çuvalı generalin önüne atansa, kocasını idam ettirip, 14 yaşındaki kızına tecavüz eden, işgalci albayı elleriyle öldürmüş bir yaşlı Arnavut kadın. Generalin çuvalı alıp gitme sahnesi, romanda şöyle aktarılıyor: “Paltosunu giydi sonra, yavaş bir hareketle çuvalı alıp omzuna yerleştirdi ve yeryüzünün bütün utanç ve ağırlığını sırtında taşırmış gibi, yükünün altında ezik ve iki büklüm, çıktı.” Romanda sizi soluksuz bırakan bu doruk noktasının, oyunda farkına bile varmıyorsunuz. Ben, kemikleri çuvalda atılan albayın, generalin kitabın başından beri aradıkları albay olduğunu, romanı okurken fark ettim. Uyarlama ve çeviriyle ilgili daha çok sayıda örnek verilebilir ama bu kadarı bence yeterli. Biraz da sahneye bakalım.


Yönetmen M.Nurullah Tuncer’in ışık ve sahne tasarımı konusundaki deneyimini bilsem de, belki de oyuna ısınamadığım için, sahne bana yapay göründü. Çamur deryasından çok dalgalı bir denizi andıran zemin, ölümden çok erotizmi çağrıştıran kızıllık ve hem sahnede hem de izleyici koltuklarındaki siyah balonlar Kadare’nin romandaki tablolarını yaratmaktan çok uzaktılar. Kadare’nin aşağıdaki sözcüklerle yarattığı atmosferi, sahneye taşımak olası mı, elbette bu da tartışılır.

Ekim gecesi inmişti ovaya. Gölgeden kurtulmayı boş yere deneyen ayışığı, şimdi sisin ve bulutların delikleri arasından süzülüyor, bu ıslak, ışıklı perdeden sızarak geniş ufkun ve ovanın üzerine yaygın bir biçimde, yavaş yavaş, damla damla dökülüyordu. Gökyüzü şu anda ağır bir sıvıyı andırıyor, ovanın ve yolun üzerine uzaklarda, süt damlaları yağmış gibi görünüyordu.

Böyle bir oyunda, oyuncuları değerlendirmek ne derece doğru olur bilemiyorum. Ellerinden geleni yapsalar da, gelişigüzel sahnelenmiş bu oyuna herhangi bir katkı sağlayamıyorlar ne yazık ki.

Romandan iki cümleyle son verelim: “Ya türkülerini duysanız. Tüylerini ürpertir insanın”. İşte bu oyunda türkü eksik. Ruh yitik, duygular törpülenmiş. Oyunda ne komutanın hırsını, ne askerin saf aşkını, ne savaşın anlamsızlığını, ne de faşist orduları karşısında partizanların direnişini hissedebiliyorsunuz. Sanki romanın ruhu anlaşılmadan, özet çıkarır gibi art arda eklenmiş bölümlerle özensiz bir iş kotarılmış. Uyarlamasından, çevirisine, yönetmeninden, dekoruna kadar her şey üstünkörü olunca da ortaya ne yazık ki bu sonuç çıkıyor. İsmail Kadare’nin savaş karşıtı eşsiz romanı, sahnede ne anlattığı belli olmayan bir kemik yığınına dönüşüyor.

Giderim, beğenmezsem ikinci perdede çıkarım diyenler için kötü haber: Oyun tek perde.

Kaynakça:
1- İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, Ölü Ordunun Generali, http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-tr/sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=448, Erişim Tarihi: 18.03.2015

Hiç yorum yok: