26 Mayıs 2014 Pazartesi

Farklılıklar ve Narsizm

Lise ikinci sınıftaydım. Bir akşam televizyonda, o güne dek dinlediğim hiçbir müziğe benzemeyen bir müzik duydum. Modern Jazz Quartet çalıyormuş. Koşarak telefona gittiğimi anımsıyorum. Bir arkadaşımı arayıp televizyonunu açmasını söyledikten sonra telefonu kapattım. Parça bitince, yeniden aradım arkadaşımı.

- “Gördün mü oğlum, herifler müzik diye saçma sapan sesler çıkarıyor”.

- “Adamlar kafadan atıyor da o mimiklere ne demeli. Televizyonun sesi kapalı olsa, çok iyi çalıyorlar sanırsın”.

Uzun zamandır böyle gülmemiştim. Sonrası çok net değil, bir merak mı dürttü, yeniden mi dinlemek istedim hatırlamıyorum. Tek bildiğim bu olayın üzerinden iki yıl geçtikten sonra, Modern Jazz Quartet’in bulabildiğim albümlerini almış, çoğu ezgilerini ezberlemiş olduğumdu.

Utanıp utanmadığımı değil ama o telefon sahnesini şimdi bile çok net hatırlıyorum. İnsanın kendi bildiklerini bu denli yüceltmesi ve kendi dünyasının dışındakileri, böylesine bir kibirle alaya almasına, hem kendimde, hem de başkalarında çok tanık oldum. Bu kibir, öğrenmenin, anlamanın önündeki en büyük engellerden birisi ve ne yazık ki yalnızca müzikte değil yaşamın pek çok alanında bizi kısıtlıyor.


Kendi yaşam, tarih, müzik, yemek anlayışımızın dışında kalanları nasıl garip karşıladığımızla ilgili birkaç örnek vermek istiyorum. Örnekleri özellikle farklı alanlardan seçtim ki bunun yalnızca müziğe özgü bir davranış olduğu düşünülmesin.

  • Orta Avusturalya’da yaşayan Aborjinler, başkasına ait bir toprağa asla göz dikmezler. Başkalarının topraklarında, başka ruhlar yattığına inanır ve oraya yerleşirlerse çocuklarının ruhlarına yanlış ataların gireceğini düşünürler. Bu nedenle Aborjinler, komşu topraklarına saldırmazlar. Sizce, kendi tarihimizi, devlet anlayışımızı ve fetih tutkumuzu merkeze alarak, Aborjinleri anlayabilir miyiz? Ya da kendi anlayışımızı yücelterek Aborjinlerden bir şey öğrenebilir miyiz? (1)
  • Nil’de yaşayan Dinkalar, bir su aygırını öldürdüklerinde, hayvanın karnını yardıktan sonra, hayvanın içine girip, diz çökerek su aygırının ruhuna seslenirlerdi: “Sevgili ve iyi su aygırı, seni öldürdüğümüz için bizi bağışla. Bunu kötülük için değil, etine gereksinim duyduğumuz için yaptık. Erkek ve kız kardeşlerine öldürüldüğünü sakın söyleme, onlara insanları çok sevdiğini söyle. Biz de seni çok seviyoruz ve etini de severek yiyeceğiz. Eğer öfkeye kapılıp erkek ve kız kardeşlerine buradan gitmelerini öğütlersen bizi aç bırakırsın.” Bugün tüm hayvanların üzerinde bir tanrı gibi dururken, bu seslenişi anlayabilir miyiz?(2)
  • Eski çağlarda, insanlar, ‘sahip olmak’ sözcüğüne gereksinim duymuyorlardı.(3) Emile Benveniste, sahip olmak sözcüğünün, pek çok dile üretim ilişkileri geliştikten sonra girdiğini belirlemiştir. Bugün her şeye sahip olmak isteyen insanlar olarak, eski dillerden bir şey öğrenebilir miyiz sizce? Yoksa, dilin o halini gelişmemiş, o zamanki insanı da ilkel olarak mı adlandırırız.
  • Çatalhöyük'teki kazılarda, ölülerin kimi özel eşyalarıyla birlikte, evlerde, oturulan sedirlerin altına gömüldükleri belirlenmiştir. Hunlarda ve Göktürklerde ise ölülerin atları ile birlikte gömüldüğüne rastlanmıştır. Bugünkü dini anlayışı, gelenekleri ve hayvanları insandan alt bir tür olarak gören düşünce biçimini tek doğru sayarak bu gelenekleri anlayabilir miyiz?
  • Erich Fromm, 20. Yüzyılın başında yazılmış bir aşk mektubunun bugün bize fazla duygusal, abartılı, hatta budalaca geleceğini söylüyor. Aynı şekilde, bugün yazılmış bir mektubu o zamanın insanına okutabilseydik, büyük bir olasılıkla, duygusuz ve soğuk gelecekti. Bugün, elimize yüzyıllık bir aşk mektubu geçse, şu anki iletişim ve yazışma eğilimlerini temel alarak oradaki duyguları anlayabilir miyiz, yoksa bu mektuplara güler miyiz?(4)
  • Ölen ağabeyin karısıyla evlenmek, daha çok Yahudilerde görülen bir gelenek. Bu uygulama eski Türklerde de vardır ve yakın zamana kadar da sürmüştür. Bugün insanlara bu uygulamayı sorsak, bunu neredeyse bir sapkınlığa bağlayan yorumlar görebiliriz. Konuya tarihsellikten uzak, sadece cinsel açıdan bakmaktan kaynaklanan yanlış bir yorumdur bu. Bu uygulamanın ana amacı, kadına sahip çıkmak ve onu başka birisine muhtaç duruma düşürmemektir. Ayrıca kadına verilen bir mehir varsa, bunun da aile dışına çıkması engellenmiş olur. Bugünkü toplumsal ilişkileri, genel ahlakı ve aile yapısını, insanlık tarihinin tek gerçeği gibi kabul edersek, ölen kardeşin eşiyle evlenen kişiyi gerçekten doğru anlayabilir miyiz? 
  • Boşnaklar, Türklerdeki akraba evliliği geleneğinden dolayı, Türkler ile evliliğe pek sıcak bakmazlar. Akraba evliliği, onlar için -en hafif deyişle- kabul edilebilir bir birliktelik değildir. Kuşkusuz bu uygulama, mal varlığının korunması veya kapalı bir toplum anlayışının getirdiği hoş olmayan bir gelenek. Ancak bunun bir aşağı görme biçimine dönüşmesinin nedeni, kendi tercihlerimiz dışındaki her şeyi sapkınca, mantıksız veya gülünç buluyor olmamız değil mi?
  • 7 Ocak 2008 tarihli, bir Hürriyet Gazetesi haberinde, Çinlilerin artık, vahşet izleyerek eğlendiği anlatılıyor. Haberin devamında, canlı hayvanla beslenen aslanlar, dışlayıcı ve gerçek dışı bir dille aktarılıyor: “Çin'de hayvanat bahçeleri, ailelerin, çocuklarına vahşeti öğrettikleri yerler haline geldi. Başkent Pekin'e sadece 100 km. mesafedeki Badaling Hayvanat Bahçesi'nde ziyaretçiler canlı keçi, koyun, oğlak ve tavukları alıp, aç aslanlarla dolu arenaya atıyor. Aslanlar, çocukların gözleri önünde zavallı keçileri paramparça ederken, ortalık kan gölüne dönüyor. Bu korkunç vahşet yaşanırken, ziyaretçiler zevkle bağırıp, alkış tutuyor. Çinliler, bu vahşeti izleyerek eğlendikten sonra, hayvanat bahçesindeki restoranda köpek eti ızgarası yiyip karınlarını doyuruyor.” (5)
Daha çok sayıda örnek verilebilir. Bu sözlerin sonu mutlaka ‘en iyisi bizimki’ türünden bir yere gelir ki, eğer aynı toplumdan insanlarsa söz konusu olan, oradaki herkesin kabul edeceği bir yargıdır bu. Fromm buna ‘grup narsizmi’ adını veriyor. “Bir kimse, bu dünyanın en olağanüstü, en temiz, en akıllı, en çalışkan insanı benim, üstelik herkesten daha kültürlüyüm. Kısacası, ben dünyadaki her canlıdan üstünüm, derse onu dinleyenler ‘bu adam delirmiş’ diye düşüneceklerdir. Oysa aynı şeyi ulusuna yansıtarak, benim halkım dünyanın en güçlü, en kültürlü, en yetenekli, en barışsever halkıdır dese, kimse onun için deli demez.” Aynı şekilde dinsel narsizmin de benzer sonuçlara yol açtığını ve “bizim dinimiz en doğru, en iyi, en güzel dindir” dendiğinde aynı topluluktan kimsenin buna itiraz etmeyeceğini söylüyor. Fromm, gruba yapılan en ufak bir eleştirinin bile grup üyeleri tarafından, kişiliklerine yapılmış bir saldırı olarak görülerek çok sert tepki verilmesinin nedenini de işte bu narsizme bağlıyor. Fromm, narsizmin savaşı körüklediğini ve gerginlik dönemlerinde ülkelerin kendilerini iyi, haklı ve barışçıl, düşmanlarını ise kötü, hain, saldırgan ve zalim olarak görmeye başladıklarını söylüyor. “Birinci Dünya Savaşı öncesinde narsizm konuşuyor, akla ise sadece susmak düşüyordu. İngiliz propagandası, Belçika’da Alman askerlerinin küçük çocukları süngülediklerini yazıyor ve tümüyle yalan olan bu iddiaya bütün batı dünyası inanıyordu. Buna karşılık Almanlar da İngilizler’in sahtekar olduğunu ve esir ticareti yaptıklarını, kendilerinin ise özgürlük ve adalet için savaşan kahramanlar olduklarını savunuyorlardı.”

Toplumlardaki bu narsist yaklaşımların yaygınlaşması, insanların birbirinden soyutlanmaları ve yabancılaşmalarına dayanıyor. Bu durumun, endüstri devrimi sonrası üretimi kutsallaştıran ve insanı bir tür tanrı haline getiren yeni ekonomik sistemin doğal sonucu olduğunu savunan Fromm, “Kendi kazancını diğerlerinin sırtından, onların zararları pahasına çıkarmak üzere kurulmuş bir  ekonomik düzen, insanları da birbirine rakip kılmıştır" diyor. (6)

 (7)

Konu biraz dağıldı ama iyi de oldu. Artık, sokaktaki hayvanları bile, 'neden insanlar gibi davranmıyor' diye eleştiren çocukları, köpeklere korna çalıp sinirlenen sürücüleri, doğaya savaş açan beton bağımlılarını gördükçe, daha da karamsar oluyorum. Başka insanlardan geçtim, başka canlıları bile kendi doğaları içinde anlamaktan uzaklaşıyoruz. Küçük bir kız, böcek yerken gördüğü kedim Lucy’ye ‘iğrençsin’ dediğinde şaşırmıyorum artık. Claude Levi Strauss’un “Dünya, hayatına insansız başladı, hayatını insansız sona erdirecek” sözü artık olumlu bir söz gibi geliyor bana. Gene de konumuza dönelim ki giriş-gelişme-sonuç bölümüne alışmış okurları sonuçtan yoksun bırakmayalım.

Yalnızca kendi müziğimizi ve bize doğru olarak belletilen müzikleri dinleyip, başka ülkelerin müziklerini, başka kültürlerin çalgılarını, müziğe yaklaşımlarını anlayamadan evrensel bir sanatsal anlayışa ulaşmamız olası değil. Nedeni de çok basit, kendi yaptıklarımıza aşık olursak, dışa açılamayız, çünkü başkalarını dinlemeye gerek görmeyiz. Bugün tüm duyargalarını batı kültürüne çevirmiş ve onun dışındaki her tınıyı bayağı, yoz, yanlış bulan anlayış da bu narsist bakışın bir başka türü. Bu grubun tepkileri, kendilerini de dahil ettikleri, ‘çağdaş uygarlık grubu’ narsizminin dışavurumu gibi. Farklı müzikler dinlemek, farklı öyküler okumak, farklı insanlar tanımak için öncelikle farklılıkları anlamakla başlamalıyız işe. Farklı yaşam biçimlerine, farklı çalgılara, farklı müzikler ve farklı kültürlere saygı göstermek durumundayız. Ne yazık ki narsizm duygusu, bu saygı tablosunu paramparça edip yerine kibirli, alaycı bir kendini beğenmişlik resmi asıyor. Ne müziği dinliyorsak, onun dışına çıkamamamızın, Sulukule’den kovulan Romanları, soykırıma uğrayan Ermenileri, evini bırakıp göçen Rumları, ana dilleriyle eğitim almak için direten Kürtleri anlayamamamızın ana nedenlerinden birisi bu: Kendimize ve kendi düşüncelerimize aşık olma duygusu. 

Aynayı ters çevirdiğimizdeyse yine benzer bir manzara ile karşılaşıyoruz. Kendi kültürlerini üstte tutan ve aynada kendilerinin güzelliğine bakmaktan, yanıbaşlarındaki Srebrenitsa Katliamını veya Balkanlardaki Türklere karşı girişilen düşmanca davranışları göremeyen Avrupa ülkeleri. 

Kaynakça:
(1,2) Jung,Carl Gustav (2013), İnsan Ruhuna Yöneliş (İstanbul, Say Yayınları)
(3,4,6) Fromm, Erich (2004), Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları (İstanbul, Arıtan Yayınevi)
(5) Hürriyet Gazetesi, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/7972252.asp, Erişim Tarihi: 22.05.2014
(7) Kızıldağ, Özer (2013), Uzun Boyunlu Kadınlar, Anadolu Fotoğraf Dergisi, http://www.anafot.net/FOTOMAKALE-264-uzun-boylu-kadinlar-ozer-kizildag, Erişim Tarihi: 26.05.2014

Burak Kaya - (Çalakalem)

1 yorum:

Ebru Aksoy dedi ki...

tam da kimliğin göreceliği, değişkenliği, bağlantılarla oluşması üzerine bir şeyler okurken ya da bunların da olduğu bir şeyler (Deleuze ve Guattari üzerine) pek hoş bir sürpiz oldu bu yazın.. hem de Türkiye'nin hallerine pek güzel ayna..
(robot değilim!..)