17 Şubat 2017 Cuma

Uyuyan Güzel

11 Şubat’ta Süreyya Opera Sahnesinde izleme fırsatı bulduğum Uyuyan Güzel iki perdelik bir bale. Aslında üç perdelik bir bale olarak yazılan Uyuyan Güzel ilk olarak 1890 tarihinde St.Petersburg’da sahnelenmiş.

Uyuyan Güzel, Kuğu Gölü’nden sonra Çaykovski’nin bale için yazdığı ikinci eseri. Kuğu Gölü’nden beklediğini bulamayan Çaykovski, ikinci balesi Uyuyan Güzel’in büyük bir başarı elde etmesini bekliyormuş. Basından ve sanat çevrelerinden övgüler alsa da bu tepki Çaykosvki’nin beklediğinin çok altında kalmış. Yapıt Çaykovski’nin ölümünden (1893) yıllar sonra giderek ünlenmiş ve yirminci yüzyılda klasik balenin en önemli yapıtlarından biri olarak dünyanın en önemli merkezlerinde sahnelenmiş.


1988 yılında Ivan Vsevolozhsky, Charles Perrault’un masal derlemesinin içinde yer alan Uyuyan Güzel’in baleye uyarlanması için Çaykovski’ye bir teklif götürür. Vsevolozhsky daha sonra bu uyarlamanın içine Külkedisi, Mavi Kuş, Çizmeli Kedi ve Kırmızı Başlıklı Kız gibi masalları da ekleyerek bir metin oluşturur ve bu metni Çaykovski’ye ulaştırır. Çaykovski metni çok beğenir. Bu arada eserin koreografı Marius Petipa da çalışmaya başlamıştır. Üçlü zaman zaman buluşarak çalışmalarını sürdürürler. Henüz müziği yazılmadan önce Petipa baleyi büyük ölçüde tasarlamıştır. Sahneler için uygun tempo, ritmik yapı hatta çalgıların bile düşünülmüş olması Çaykovski’ye çok kolaylık sağlamış. Tüm bu olanakları iyi kullanan Çaykovski yoğun bir çalışmayla yaklaşık bir yıl içinde uzunca bir eser olan Uyuyan Güzel’in müzik ve orkestrasyonunu tamamlamış. Çaykovski bale sahneye konulduktan sonra “Belki de en güzel eserim ancak bunu bile beklenmedik şekilde çabucak yazdım” diye yazmış. İzledikten sonra baleyi çok güzel bulduğunu söyleyen Çar’ın tepkisi ise çok daha fazla beğeni bekleyen Çaykovski’yi pek tatmin etmemiş.

Şimdi gelelim Çaykovski’nin yaşadığı hayal kırıklığından 127 yıl, 27 gün sonraki Kadıköy’deki büyülü geceye. Yaklaşık yirmi yıldır repertuvarda olmayan böylesine zor bir yapıtı büyük bir başarıyla sahneleyen Ayşem Sunal Savaşkurt için ne söylense az. İnanılmaz bir hızla akıp gitti zaman. Koca kanatlarıyla martılar girdi salona, koltuklarımızdan alıp uçsuz bucaksız bir peri masalının ortasına bıraktılar bizi. Orkestranın her notası Prenses Aurora’nın kalp atışıyla eşleşti. Işıklar tüller içinde, kostümler müzik içinde, evvel zaman içinde, dans dans içinde, kalbur saman içinde…


Prenses uykuya dalarken Nazım Hikmet’in masalından şu dizeler düştü aklıma:

Uyu dünya güzelim uyu
Sana yıldızlardan getirdim uykuyu
Koyu mavi kadifeden
Uyu dünya güzelim uyu
Yüreğimdir başucunda bekleyen
Ninni...   

Orkestra şefi Roberto Gianola ve müzisyenler çok iyiydi, başkemancı Oleksandr Samoylenko’nun performansı dikkat çekiciydi. Prenses Aurora rolündeki Gizem Tuncay, Prens Florimund rolündeki Melih Mertel, sahnedeki diğer arkadaşları, Adnan Öngün’ün dekorları, Çiğdem Somuncuoğlu’nun kostümleri ve Önder Arık’ın ışığı sahnede öylesine güzel buluştu ki izleyiciler tam anlamıyla büyülendi. İlk akşam için sahnedeki her şeyi bastıran tek duygu heyecandı sanırım. Umarım emeği geçen herkes, gördüğümüz güzellikten ne kadar etkilendiğimizi fark etmiştir.

Son zamanlarda gittiğim bütün kamu kurumlarında bir kokuşmuşluk ve işini savsaklama havası soluyordum. Her kademede birbirinden bilgisiz kişilerle karşılaşmak bir yana, gördüğüm muamele hiç de insanı hoşnut bırakacak türden değildi. İstanbul Devlet Opera ve Balesi, dünyanın başka bir yerinden, derin dondurucu içinde getirilmiş gibi. Bir kamu kurumu olarak çevresindeki çamur deryasının, yozlaşma yarışının ortasında tertemiz, ışıl ışıl parlıyor. Sahnedeki başarının bir kişinin değil çok büyük bir ekibin işi olduğu öylesine belli ki, dans, müzik, ışık, sahne, kostüm her saniyesiyle çalışılmış, düşünülmüş izlenimi uyandırıyor. Belki de son beş, altı yıldır ilk kez kendi vergilerimle yapılan bir işten müthiş bir gurur duydum. Sağda solda abuk sabuk binalar yapanlar, köprü yaptık diye övünenler, kamu kurumunda paramızı çarçur eden yöneticiler lütfen bu baleyi izlesinler. Cumhurbaşkanından başbakanına, belediye başkanından muhtarına kadar herkes bir fırsat yaratıp mutlaka izlesin. Bir ülkenin vergileri nasıl kullanılır, kamu harcaması nasıl yapılır, sınırlı bir bütçeyle dünya çapında bir yapım ortaya çıkartılabilir mi, halkının zorlukla kazandığı paradan kesilen bir kuruşuna bile nasıl değer verilir, uyum içinde çalışmak ne demektir, bir iş sevgiyle nasıl yapılır lütfen bir gidip görsünler.

Neyse, masalımızı bunlarla bozmayalım. Elimdeki kitapçığın ilk sayfasında Ayşem Sunal Savaşkurt şöyle diyor “Benim için masal, masal kalmalı ve seyirci eseri izlerken onlara her şeyi unutturmalıdır.” O akşam başımıza gelenler en sade, en duru, en gösterişsiz haliyle sanırım bu şekilde özetlenebilirdi.

Son sözüm İstanbullulara: Her şeyi kaçırın ama Uyuyan Güzel’i kaçırmayın. Ayşem Sunal Savaşkurt ve arkadaşları uzun zamandır görmeyi unuttuğunuz kadar güzelliği bırakacaklar kucağınıza.

8 Eylül 2015 Salı

Bilinçaltındaki Gerçekler

İnsanların sözlerine değil de konuşurkenki tavırlarına, satır aralarına baktığınızda, aslında her zaman, pek de söyledikleri gibi düşünmediklerini fark edersiniz. Korkular, arzular, baskılar değiştiriverir sözcükleri, ancak bilinçaltını biraz deştiğinizde görebilirsiniz gerçekleri. Ben, bu yazımda, aklıma ilk gelen üç farklı konuda, farklı kişilerin bilinçaltlarına inmeye çalışacağım.


  • Din Hocalarının Bilimin Üstünlüğüne İnanması
Kendini din alimi diye tanıtan kişilere ve muhafazakar gazetelere baktığınızda “hayır, tam tersi, bunlar bilime gavur işi diye bakıyor” diyebilirsiniz. Oysa dindar kesim, içten içe bilimsel düşüncenin üstünlüğüne inanmaktadır. Bu durum bazı kişilerde öylesine bir aşağılık kompleksine dönüşür ki, bu kompleks nedeniyle, sürekli bilimsel terimleri kullanır, bilimsel gelişmelerin daha önce kutsal kitaplarda yazıldığına ilişkin yalanlar uydurur, savlarını güçlendirmek için hep bir Amerikalı veya Alman profesöre sığınırlar. Örneğin, Suudi Arabistanlı bir profesöre güvenmezler. Çünkü bilinçaltlarında Amerikalı profesörün daha doğru söylediğine ilişkin bir inanca sahiptirler. Bilim adamları ise elbette hiçbir dinsel bilgiyi veya din adamını ciddiye alarak çalışmalarını yürütmezler. Tersi bir durum, onların üniversitelerden ve bilimsel ortamlardan dışlanmasına neden olur. Dindar kesim, batı alemini ve profesörleri suçlar gibi görünse de, kendi inançlarını halka benimsetebilmek için, sürekli olarak NASA’da çalışan bir uzmandan ya da ünlü bir fizik profesöründen cımbızlama yöntemiyle ya da tümüyle uydurarak alıntılar yapar. Bu insanların bilinçaltında, bilimsel bilginin tek geçerli bilgi olduğu görüşü bir korku olarak yer etmiştir. Ciddiye alınmak için her sözlerine bilimsel bir destek yaratmaya çalışıp, sürekli yerden yere vurdukları profesörlerin sözlerinden alıntılar yaptıklarında, hiç farkına varmadan kendilerini ele verirler.

  • Rezidans Satıcılarının Yaptıkları Betona Değil Kestikleri Yeşile Güvenmesi
İnşaat, duble yol, AVM ve rezidans meraklılarının konuşmalarında ekonomik büyümeden, gökdelenlerin, köprülerin gerekliliğinden söz ettiklerini biliyoruz. Peki her tarafı beton yığınına çeviren bu beton-şehir mimarlarının proje adlarına ne demeli. Projeler,  Greenlife, My Village, Kasaba, İstanbul Orman, Roseville, Greenist, Greeen Village diye uzayıp gidiyor. Çünkü hem alıcıların hem de satıcıların bilinçaltında güzel bir yaşamın rezidanslarda, asfalt yollarda, viyadüklerle birbirine bağlanmış köprülerde değil köyde, ormanda, yeşillerin içinde olabileceğine ilişkin korkuyla beslenen bir inanç var. Belki insanları yanıltmak, belki de kestikleri ağaçlardan dolayı bilinçaltında yaşadıkları bir suçluluk duygusunu hafifletmek için projelerine gerçekle ilgisi olmayan adlar vererek gerçek düşüncelerini açığa vuruyorlar.

  • İktidar Sahiplerinin Gezi Direnişinin Haklılığına İnanması
Elbette hükümetin söylemlerine baktığınızda bunu göremezsiniz. Ancak, iktidar sahiplerinin bilinçaltına erişebilirseniz Gezi direnişinin kendi itibarlarını yerle bir edecek güçte ve meşruiyette olduğuna ilişkin son derece haklı bir korkunun yattığını kolayca fark edebilirsiniz. Bu nedenle, iktidar güçleri üstünden iki yıl geçmesine karşın, ülkenin ekonomisine ve demokratik yapısına karşıt tüm oluşumları Gezi direnişiyle ilişkilendirme çalışmalarını sürdürüyorlar. Gazetelerde yer alan uydurma haberleri görünce gizliden seviniyorum. Kendileri farkında olmasa da aslında gerçeğin ne olduğunu onlar da biliyor. Gezi direnişi, iktidarın baskıcı, rantçı ve yalancı yüzünü  öylesine ortaya çıkardı ki, bazıları gülerek, bazıları ağlayarak, bazıları çamur atarak bazıları da alkışlayarak gösteriyor bunu.


Aslında benzer düşüncelere sahibiz. Çıkarlarımız, dini inançlarımız, geleneklerimiz, eğitim sistemimiz gerçeklerin üstünü örtse de bilinçaltımızda tohumlar yeşeriyor. Kimi zaman yalan söylerken, kimi zaman kanıt ararken kimi zaman da kendiliğinden ortaya çıkıyor gerçekler.

3 Eylül 2015 Perşembe

Eğilip Bükülmeyen Adamlar

Toplumumuz yeniliklere çok açık. Televizyonda popüler bir karakter bir laf etsin, ertesi gün sokakta bin kişiden aynısını duyabiliyorsunuz. Yerine oturmamış kişilikler, başkaları gibi konuşmaya, başkaları gibi davranmaya, başkaları gibi giyinmeye hazır. “Falanca çok modaymış onu dinlemeye geldik” diyenler, herkesin okuduğunu okumazsa bir yerinin eksik kalacağını düşünenler o kadar çok ki, bunlar değil de sistemin yoğuramadığı insanlar garip görünüyor artık gözümüze.

1996 yılıydı yanılmıyorsam. Çalıştığım banka değişim, yenilenme, müşteri memnuniyeti gibi konularda, her gün yeni bir şey yumurtluyordu. Üç ayda bir yapılan düzenli toplantılarda, şube müdürleri, genel müdürlükten aldıkları bilgiler doğrultusunda bizlere yenilikleri aktarırdı ve müdürümüz, kişisel gelişim kitaplarından alınmış sıkıcı örneklerle, son iki toplantıda, sürekli güler yüzlü olmak konusunu işliyordu: Kızılderili falanca "gülmek şöyledir" demiş, yok gülmeyi bilmeyen de dükkan açmasınmış. Art arda gelen örneklerden sonra herkes mesajı almıştı: Maaş almaya devam etmek istiyorsak, gülmemiz gerekiyordu.

Aradan altı ay geçti. Şube toplantısında, bir önceki toplantıda konuşulanları uygulayarak, güler yüzlü hizmet verdiğimiz için müdürümüz bize teşekkür etti. Bu sırada Galip Abi söz istedi ve “Müdür bey ben bundan sonra gülmesem olur mu?” diye sordu. Gişenin en kıdemlilerinden Galip Abi, hem deneyimi, hem de kişiliğiyle sevilen birisi, yüzünün biçimini hiç değiştirmeden yaptığı esprilerle, istediği an bütün şubeyi güldürebilir. Yani, müdürden başka bir ayrıcalık istese, kimsenin Galip Abiye itiraz edeceği yok ama bu isteğe de kimse bir anlam veremedi. Altını biraz deşince Galip Abi döküldü. Bir iki ay önce , Galip Abi güler yüzle hizmet vermeye çalışırken, bir müşteri “ne sırıtıyorsun, sırıtacağına çalışsana” demiş. Birkaç gün önce de hizmet verdiği müşteri “ne o, çok komik bir şey mi istedim, ne gülüyorsun?” diye sormuş. Her ne kadar, Galip Abi "genelge var, çalışırken gülmemiz gerekiyor artık" dese de, müşterilerle papaz olmaktan kurtulamamıştı. Müdür, durumu anlayıp, bir orta yol bulmak üzere “Tamam Galip, sen de çok gülme o zaman” diyerek konuyu geçiştirmeye çalıştı ama Galip Abi, genel müdürlükten biçilmiş, bu eğreti gülüşten tümüyle kurtulmaya kararlıydı. “Ne kadar güleyim ben?” diye yeniden sordu. Baş edemeyeceğini anlayan müdür, “Galip gülmese de olur ama diğerleri aynen devam etsin” diyerek noktayı koydu. Ben Galip Abi’nin yüzünde, gülümsemeye benzer bir havayı, ilk kez o toplantıda gördüm. Eğreti değildi tabii.


Galip Abi gibi insanlar öylesine farklıdır ki, sen iki sokak ötede devrim yapsan, başını çevirip bakmazlar bile. Yapmacık konuşmaları, özenti davranışları, eğreti işleri hemen sezerler. Sistemin reklamlarıyla, filmleriyle, kitapları, televizyonları, binbir türlü oyunları ve sırttan kurmalı adamlarıyla yarattığı sahte dünyalardan zerre kadar etkilenmezler. Genelde sessiz dururlar ama bir eşikleri de vardır. O eşik aşıldığında, öylesine özgüvenle karşı çıkarlar ki şaşırırsın. Oraya kadar umursamaz göründükleri düzeni iki dakikada yerle bir eder, sonra gene köşelerine dönerler. Hani böyle haberler görürüz, bir asker savaştayken düşmandan kaçıp ormana saklanmış, yirmi beş yıl orada saklanmış. Ne barış olduğundan haberi var, ne başka şeyden. Sanki onlara benzerler biraz. Düzen adamlarının çevirdiği dolaplar onlara işlemez.

Geçenlerde, telefon bayisinden bir alışveriş yapıyordum. Mağazada iki çalışan vardı. Kasada bozuk para olmadığı için üstünü vermekte zorlanan kız ki adının Özge olduğunu sonradan öğrendim (yakasında yazıyordu), parayı güç bela ayarladıktan sonra “iki gündür bozuk para problemi yaşıyoruz” dedi. Keşke demez olaydı. O ana kadar koltuğunda sakince oturup duvara bakan kişi ki adı Refik’miş, hafifçe başını kaldırdı. Kendine küfredilmiş gibi bir edayla, “Bozuk para problemi mi yaşıyoruz?” diye sordu. Özge biraz şaşırdı ama Refik ipin ucunu bırakacak gibi değildi. “Nereden öğreniyorsunuz bu antin kuntin lafları?”, “Al bakalım, şimdi hiç kalmadı bozuğumuz, bir bozuk para problemi yaşa da görelim bari”, “Ben bozdurup gelirdim ama o zaman da bütün para problemi yaşarsın sen” diyerek devam ediyordu sözlerine. O ana kadar sessiz sakin görünen Refik, bir canavara dönüşmüştü. Abandone olmuş rakibine, hiç acımadan, sağlı sollu yumruklarla daha da sert girişiyordu. Müşteri varmış, payladığı kişi arkadaşıymış, hiç umurunda değildi. Sonra birden sakinleşti. Ben bayiden çıktığımda, girdiğimdeki yerine oturmuş, aynı açıdan duvarın köşesine doğru bakıyordu Refik. Biraz uzaklaşınca Özge’nin sesini duydum:

- Her şeyi çok biliyorsun. Ne deseydim peki müşteriye?

- Bozuğum yoh deseydin.

Artık, Refik’leri ve Galip Abileri daha çok özlüyorum. Yalnızca, dünyayı daha anlaşılır kıldıkları için değil, büyük bütçelerle çevrilen sanat, edebiyat, bilim soslu kandırmacaları çıktıkları deliklere geri soktukları, yanı başlarında milyar dolarlık adamlar şov yaparken, elleri burunlarında gerçekleri mırıldandıkları için.

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Futbol, Basketbol, Sponsorluk

Lisedeyken sık sık futbol ve basketbol maçlarına gider, radyo veya televizyonda, hele ki tuttuğum takımınkine rastlamışsam, maçları izlemeden yapamazdım. Sonradan futboldan soğudum, basket maçlarına gitmez, televizyon hiç izlemez oldum. Geçenlerde, bir spor programını izlemek zorunda kalınca, futbola da basketbola da çok uzak kadığımı fark ettim, çünkü anlatılanlardan hiçbir şey anlayamadım. Gene de aklımda kalanları harmanlayıp, size bir çorba sunayım:


Daha önce Turkcell Süper Ligde top koşturup, sonradan Spor Toto İkinci Ligde antrenörlük yapan Nissan Hasan "Eskiden çok sayıda yetenekli genç vardı ama artık o kadar yeni futbolcu yetişmiyor Nissan” dedi. Nike Halı Saha Ligi ve Coca-Cola Gelişim Ligini de yakından izlediğini söyleyen Hasan, “Ben Vestel Manisa’da oynarken takımın yaş ortalaması on dokuzdu. Nissan. Şimdi arttı. Oyuncular yaşlanıyor, seyirci azalıyor, televizyon gelirleriyse en düşük düzeyde. Takımın adını sattığımız gibi biz bu yıl yeni bir uygulamayla kendi adlarımızı da satmaya başladık. Mesela ben Nissan’la bir anlaşma yaptım, her röportajımda on kere Nissan demezsem param kesiliyor. Ama bu iş böyle nereye kadar gider bilemem. Yenilik ve heyecan için Nissan.” dedi.

Basketbolda ise Fenerbahçe Ülker ile Torku Konyaspor arasındaki ezeli rekabet bu yıl da izlenmeye değer olacak. Geçen yıl Ülker Arena’daki ilk maçı Fenerbahçe kazanmış ancak baş hakem Danone Süleyman ile yardımcısı Tikveşli Rıza’nın Pınar Karşıyaka’dan transfer olan oyun kurucuya gereksiz fauller çalması yoğurt piyasasında ciddi sorunlara neden olmuştu. Galatasaray Liv Hospital ile Trabzonspor Medical Park maçında kavgaya tutuşan taraftarlarsa stetoskop ve şırıngalarla birbirine saldırmıştı. Olayı yorumlayan Beşiktaş’lı uzmanlar “Galatasaray Cafe Crown’ken iyidi ama Medical Park olunca biraz zayıfladı. Biz Cafe Crown olarak da yendik GS’yi ama tabii biz de o zaman Milangaz Beşiktaş’tık.” dedi. Banvit takımına sponsor olan Keskinoğlu Piliç’in formalara “Keskinoğlu, daha taze” yazdırması ise tavuk üreticilerinde huzursuzluğa neden olmuştu.


Bu yılki ligleri değerlendiren spor bakanımız “Samsung Bakanlar Kurulu olarak spora yeni bir soluk getirecek yepyeni bir sponsorluk yasası hazırlattık. Artık kulüplerimiz sadece adlarını değil, eski kupalarını, komple taraftarını, hatta cibiliyetlerini bile satabilecekler. Yasa olduğu gibi çıkarsa, bir futbolcu sağ ayağını bir firmaya, sol ayağını başka bir firmaya kiralayabilecek. Parası olan kişiler, stadların, futbolcuların hatta kulüp başkanlarının isim hakkını bile alabilecekler. Devletin tekelci spor anlayışını özel sektörün gücüyle aşacağız. Tabii alınacak futbolcusundan, yapılacak yatırımına kadar sponsor şirketlerin söz hakkı olacak. Bu işbirliği içinde, mesela bu yıl ligi tümüyle bir sigara firmasına sattık diyelim, önümüzdeki yıl sahada fosur fosur sigara içen futbolcular görebileceksiniz. Duvarları yıkıyor, engelleri aşıyoruz. Bu yıl ligleri Samsung’un süper performanslı LED TV’lerinden izleyin. Farkı siz de göreceksiniz.” dedi.

Yeni dünya düzeni hepimize hayırlı olsun.

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Gazeteciler

Oscar Wilde, İletişim Yayınlarından çıkan “Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil1 adlı kitabında gazeteciliğin topluma en büyük yararını şöyle özetliyor: “Modern gazetecilik için söylenebilecek pek çok olumlu şey var aslında. Eğitimsiz insanların görüşlerini yayınlayarak toplumun cahil kesimiyle temas halinde olmamızı mümkün kılıyor gazetecilik.” Ahlakın, bilimle sanattan çok daha aşağıda, entelektüel düzeyi düşük alanlarda hüküm sürdüğünü söyleyen Wilde, gazeteciliğin de bu köhne ahlak anlayışıyla bilimi, sanatı ve özgür düşünceyi baskı altına almaya çalıştığını söylerken, gazeteciliğin varlık nedenini de bugün belki eskisinden daha da geçerli olabilecek biçimde ortaya koyuyor: “Kitlelerin kalemin kaldırım taşından daha güçlü olduğunu ve bir tuğla parçası olarak da kullanılabileceğini keşfettikleri gün, yandığımız gündü. Hemen gazeteciyi bulup çıkardılar, onu geliştirip yetiştirdiler ve kendi çalışkan ve iyi ücretli uşakları haline getirdiler.” 


Bugün, Türkiye’de tezgahtan rastgele alacağınız herhangi bir gazeteyi okursanız, kendisine gazeteci denen büyük bir çoğunluğun, bağlı olduğu güce uşaklık ettiğini kolaylıkla görebilirsiniz. Elbette, iktidarı elinde tutanların gücüne biat eden gazetecilerin çoğunlukta olması doğal, ancak çeşitli şirket, parti, vakıf, ordu, silahlı gruplar ve cemaatlerin uşak-gazetecileri de azımsanmayacak kadar çok. Bu gazetelerde olaylarla, sanatla, bilimle, eğitimle ilgili tek satır doğru bilgi bulamazsınız. Bazı iyi niyetli haberciler, kokuşmuşluğa direnmeye çalışsalar da ne yazık ki birbiriyle uşaklıkta yarışan patronun, başyazarın ve genel yayın yönetmeninin baskısı altında çalışmak zorunda kalırlar. Wilde da makalesinde gazeteleri kastederek “Başyazarın yazısının gerisinde önyargıdan, aptallıktan, dedikodudan ve laf salatasından başka ne vardır?” diye soruyor. “Ve bu dördü yan yana geldiler mi de, korkunç bir güç meydana getirirler ve yeni otoriteyi oluştururlar. Eski günlerde insanları işkence tahtalarının üzerine gererlerdi. Şimdi basın var. Kuşkusuz bu bir ilerleme.” Elbette kartvizitlerinde ya da ekrana çıktıklarında Oscar Wilde'ınkilerle değil, farklı sıfatlarla tanıtılırlar bize. Genellikle, dedikodu yapanlarına 'araştırmacı gazeteci', laf salatası yapanlarına 'dil cambazı', önyargılı olanlarına 'cumhuriyetin kalesi', 'ahlakın kulesi', aptal olanlarına ise sadece 'gazeteci' derler.

Edmund Burke, bundan yaklaşık 250 yıl önce,  yasama, yürütme ve yargıdan sonraki dördüncü erk olarak gazeteciliği göstermiş. Wilde ise ilk üç erkin, gazeteciliğin baskısı altında giderek önemini yitirdiğini ve kendi döneminde, geçerli tek güç olarak gazeteciliğin kaldığını ileri sürüyor. Şimdilerde durum daha da kötü. Bugün gazete, televizyon ve sosyal medya aracılığıyla halka servis edilen haberler, patronların uşaklarını ne kadar da verimli ve işlevsel kullanabileceklerini gözler önüne sererken, gazeteciliğin gücü konusunda Oscar Wilde'ı haklı çıkarıyor.


Özel yaşamı dikizlemeye yönelik habercilik anlayışının pespayeliğini ve sosyete gazetelerindeki eğlendirici ucuz sütunları bir yana bırakırsak, asıl sorunun işini ciddiyetle yapan gazeteciler olduğunu söylüyor Wilde: “Asıl zararı dokunanlar, ciddi, düşünceli, mesleğine inanmış gazeteciler; bunlar, halihazırda olduğu gibi, büyük bir devlet adamının, bir politik gücün yaratıcısı, dolayısıyla büyük bir politik düşüncenin önderi olan birinin özel yaşamındaki bir olayı, okur kitlesinin gözü önüne çekip getiriyor ve okur kitlesini bu olayı tartışmaya, konu üzerinde otoritesini göstermeye, görüş bildirmeye, sadece görüş bildirmekle de kalmayıp bunları fiiliyata geçirmeye davet ediyor, söz konusu kişiye bütün diğer hususlarda akıl öğretmeye, partisine akıl öğretmeye, ülkesine akıl öğretmeye, kısacası kendilerini gülünç, saldırgan ve zararlı hale getirmeye teşvik ediyor.” Wilde bir başka makalesinde entelektüel birikimden yoksun bu fikir yayıcıları şöyle betimliyor: “Bir yemekte ömrünü kendini eğiterek geçirmiş biriyle tanışırsan masadan ruhun zenginleşmiş olarak kalkarsın. Ama sevgili Ernest, ömrünü başkalarını eğitmeye çalışarak geçiren bir adamın yanına oturmayagör! Ne kadar korkunç bir deneyimdir böylesi’ Öldürücü bir huy olan fikir açıklamanın, başkalarına düşüncelerini aktarmanın kaçınılmaz sonucu olan cehalet ne kadar dehşet vericidir Bu tür bir yaratığın ne kadar sınırlı bir zekaya sahip olduğu nasıl da ortaya çıkar! Böyle biri ne kadar sıkar bizi, üstelik kendini de. Sonu gelmeyen tekrarlarıyla, marazi bir havada hiç durmadan kendini tekrar edişiyle nasıl da bezdirir bizi! Entelektüel gelişmeden nasibini alamadığı nasıl da anlaşılır! Hiç kıramadığı bir kısır döngüde nasıl da çırpınıp durur!” Gerçekten de Oscar Wilde'ın söylediği kadar sıkıcıdır bu kişiler.Bir de her gün içimizi sıktıkları yetmezmiş gibi emeklilik dönemlerinde "Falancalı Yıllar", "Filancalı Günler" gibi dedikodu kitapları yazarlar. Eğer sinirleriniz yeterince sağlamsa, bu kitaplardan bir tanesini okumanızı öneririm. Sadece Wilde'ın muhteşem dörtlüsü (önyargı, aptallık, dedikodu ve laf salatası) ile bir ömrün nasıl heba edilebileceğini gösterirler bize.

Wilde’ın sınırlı zekaya sahip olduğunu söylediği bu gazetecilerden belki de en çok ülkemizde vardır. Gazetecilik eskiden biraz daha temizdi. Daha doğrusu aynı derecede kirliydi de uşaklıklar bu kadar açıkça sergilenmiyor, pazarlıklar şimdi olduğu gibi halkın önünde yapılmıyordu. Bugünlere nasıl geldiğimizle ilgili küçük bir anekdot: 80’li yılların sonunda Asil Nadir pek çok gazeteyi satın almış durumdaydı. Metin Münir'in ‘Sabah Olayı2 adlı kitabında yazdığına göre, bir yemekte Erol Simavi,"Her şeyi alıyorsun, Hürriyet’i de alsana" dediğinde Asil Nadir, "Alırım, benim çok param var" demişti. Simavi tansiyonu yükseltti: "Sağda solda Hürriyeti alıp Simavi'nin ağzına yapacağım diyormuşsun. Ver parayı, yap ağzıma o zaman." Ardından ayağa kalkıp başını tavana doğru kaldırarak ağzını açmıştı. Masadakiler onu yine sakinleştirdiler. Simavi, Özal'a döndü ve "Turgut Bey, aracılık et satayım Hürriyet’i. Seçimler için sana para lazım. Yüzde 10 komisyonunu alırsın" dedi.


Televizyonda hiç bilmediği bir konu hakkında uzun uzun konuşan haber sunucularına mutlaka siz de rastlamışsınızdır. Artık nasıl beceriyorlarsa, kendi sözleri bitince, aynı konu hakkında kendilerinden de az bilgili birini bulup uzman diye konuşturuyorlar. Ekrana çıkan kişi elbette, önceden onaylanmış birisi, asıl uzmanlığı ise kanallar ve patronlarla ilgili. Sözgelimi A TV’nin patronu petrol işindeyse onun çıkarına dokunmaması gerektiğini, B TV’nin patronu termik santral yapıyorsa onun kanalında iklim değişikliğinden söz etmemesi gerektiğini gayet iyi biliyor. İktidarı eleştirdiği anda bir telefon gelip, bir daha ekranların kendisine hiç açılmayacağının da farkında. Uzman için geriye en iyi bildiği seçenek kalıyor: Saçmalamak. İşin ilginç yanı, uzmanın suya sabuna dokunmadan konuşayım derken daha beter saçmalayacağını, izleyici de en başından beri biliyor. Ancak, izleyici bu düzenin değişeceğinden umudu olmadığı için, bu tezgahı bozup, kendi keyfini kaçırmak istemiyor. En gülünç olanı ise bunca zırvalamadan sonra, sunucunun falanca konuyu farklı görüşler ve uzmanlarla ele aldıklarını söyleyerek ekrana veda etmesi. Doğrusu, böylesi bir şarlatanlığa ancak şapka çıkartılır.


Bu televizyoncu-gazeteci kesimi, bir yandan patronlarının yatlarında, özel uçaklarında tatil yaparken, bir yandan uşaklıklarına bir takım felsefi, analizci havalar vererek, kendilerini  ülke politikasına katkıda bulunuyormuş gibi göstermek konusunda da çok becerikliler. Ne de olsa, biri iktidar sahibinin eteğinin dibinde, biri ordudaki komutanların çizmelerinin gölgesinde biri de patronunun ayağının altında sürdürüyor yaşamını. Arada bir sahte kavgalarla birbirlerine dalaşsalar da çıkar kavgası olmadıkça gerçek anlamda birbirlerine bulaşmıyorlar. Boyalı sayfaların ardında birer suç makinesine dönüştüklerinin farkında değiller. İktidar, sermaye, güç odağı değişirse, elbette kısa süreli bir şaşkınlık yaşayacaklar. Parası kesilip, iktidarı yitiren suç çetelerinin ömrü pek kısa olur. O zaman, bu gazeteciler için de avlanma zamanı gelmiş demektir. O gün geldiğinde, bir yandan eski ortaklığa ihanet edip, ellerinde ne var ne yok ortaya dökerken, bir yandan da uşaklık edecekleri yeni gücü aramaya koyulacaklar. Yeni sahiplerini herkesten önce sezip, yanına yavaşça yanaşacaklar. Öyle ince, öyle zarif pohpohlamalar, eleştiriyor gibi yaparken aslında çiçek atmalar, sitem ederken methiyeler düzmeler.

Günü gelip de kendilerine gösterilen uşaklık makamına yerleştiklerindeyse, acımasız tezgahları yeniden çalışmaya başlayacak, mendillere kolonyalar serpilip, şaraplar açılacak, bıçaklar yeniden bilenecek. Bıraktıkları yerden kara çalmaya, yalan söylemeye, hedef göstermeye, ucuz ahlaklarını dağıtarak beş para etmez düşüncelerini yaymaya devam edecekler.

 Kaynakça:
1- Wilde, Oscar (2012), Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil, (İstanbul, İletişim Yayınevi) - Üçüncü Baskı, Editör: Ali Artun, Çev.Esin Soğancılar, Kaya Genç, Fatih Özgüven, Türker Armaner
2- Münir, Metin (1993), Sabah Olayı, (İstanbul, Altın Kitaplar)

Vicdan

Son günlerde yaşadığımız acılar, beni ‘vicdan’ kavramı üzerinde düşünmeye yöneltti. Bakıyorsunuz, çok vicdanlı gibi görünen bir kişi, başka bir olayda son derece acımasız olabiliyor. 'Kuzucuk'la başladığı cümleyi, ‘leş’le bitirebiliyor. İhalelerde gerçek değeri bulabilmek için ‘en düşük’ ve ‘en yüksek’ tekliflerin dışarıda bırakıldığı gibi, ben de bu yazıda abartılı sevgi ve nefret gösterilerini dışarıda bırakacağım, ikisi de bana hiç inandırıcı gelmiyor çünkü. Böyle bir başlık, belki ‘nefret’ duygusunun incelendiği farklı bir yazının konusu olabilir. Oysa ben, ‘vicdan’ üzerine yazarken, hepimiz için geçerli olabilecek durumları ele alacağım. 


Bu yazıyı yazarken ‘vicdan’ kavramı üzerine çok düşündüm, okları yapabildiğimce kendime de doğrulttum. O zaman gördüm ki, insan vicdanı her zaman adil biçimde çalışmıyor. Kişinin vicdanı bazen sağırlaşıyor, bazen de yalnızca tercihlerine uygun, görüş alanına girebilen ve özdeşleşebildiği şeylere karşı duyarlı olabiliyor. Elbette çabalayarak görüş alanımızı genişletmek, daha fazla durum ve kişiyle özdeşlik kurabilmek olası ancak bunun da bir sınırı var. Bugün geldiğim noktada -en azından tek başına- insan vicdanına güvenemeyeceğimiz görüşüne daha yakın olduğumu söyleyebilirim. Tek başına, vicdana güvenme konusundaki çekincelerimi dört maddede toplamak mümkün:
  1. Evrimsel süreçte, güçlü olmak/hayatta kalmak amacı çoğu zaman vicdan duygusuna galip geliyor. Asıl amacımız yaşamımızı sürdürebilmek olduğundan, bazen vicdan önlerde gibi görünse de, tam gereksinim olduğu zamanlarda geri plana düşebiliyor.
  2. Vicdanı yaratan ahlak kuralları toplumdan topluma değişiyor. Bir toplum için namus meselesi sayılabilecek bir davranışın, başka toplumda yapılmaması saygısızlık olarak görülebiliyor. Din, ahlak, aile ve toplumsal kuralların biçimlendirdiği vicdan duygusu da doğal olarak farklı dine, farklı coğrafyaya, farklı kültüre ait her toplumda farklı görünümlerle karşımıza çıkabiliyor. (Yanlış anlamayı önleyecek ufak bir ekleme yapmakta yarar var: Vicdanın toplumdan topluma farklılık göstermesini bir kusur değil, tam tersine dünyadaki kültürel zenginliğin bir parçası olarak görmek gerekir. Dolayısıyla yazıdan, farklı vicdan anlayışlarını tekleştirmek gibi bir ulu amaç çıkarılmamalı. Tam tersine farklı düşüncelerin, farklı sanat yapıtlarının, farklı çözüm yöntemlerinin ortaya çıkabilmesi için bu çeşitliliğin sürmesi gerekli. Bizimse en azından diğer toplumların ve diğer insanların vicdan ölçütlerinin bizim kendi ölçütlerimizden farklı olabileceğini gözardı etmememiz gerekiyor.)
  3. Vicdan duygusu, toplumdan topluma, kültürden kültüre, coğrafyadan coğrafyaya değiştiği gibi, insandan insana da değişiyor. Çünkü vicdan, iyi bir eğitim sistemi, anne sıcaklığı, sevgiye dayalı bir aile ortamı, doğaya yakınlık, dürüst haber alma kaynakları, saydam bir toplum ve güçlü bir adalet duygusu gerektiriyor. Doğuşta hepimiz vicdansızken, aile, toplum, okul bizi yavaş, yavaş işliyor. Kapitalist bir anlayışın yönettiği dünyamızdaysa ne yazık ki eğitimde, adalette, yaşam koşullarında bir eşitlikten söz etmek olanaksız. Aynı toplumda yaşasa da farklı ailelerde veya farklı okullarda yetişen çocuklar, birbirinden çok farklı vicdan gelişimine sahip olabiliyor.
  4. Egemen güçler, kendi etkileri altındaki medyanın olanaklarını kullanarak, insanların vicdanlarını kendi çıkarları için yönlendirebiliyor.
Şimdi vicdanın köklerine uzanabiliriz.

Vicdan’ın Kaynakları: Aile, Toplum, Okul
Vicdan, ilk olarak ailede filizlenen, daha sonra toplum içinde ve okulda kendini geliştiren, yenileyen bir duygu. Hans Zulliger’in “Çocuk Vicdanı ve Biz1 adlı kitabında yer alan çocuklar, yanlış bir şey yapmadan önce bir iç ses duyduklarından söz ediyorlar. Bu iç ses, kimi zaman anne, kimi zaman baba, kimi zaman dini bir kişi, kimi zaman doğrudan tanrı, kimi zaman da öğretmen olabiliyor. Çocuk, yaptığı yanlışın sonunda kimin kuralını çiğneyeceğini düşünürse, onun sesini duyuyor içinde. Başkasına ait bir eşya ise, bu ses ona “alma” diyor, kötü bir söz etmek üzereyse “söyleme” diyor. Çocuklar pek çok örnekte bu sesin aslında sahibinin de kendi düşünceleri olduğunun farkında olduklarını ancak kaynağının başkaları olduğunu da belirtiyorlar. Bazı çocuklarda ise bu iç ses ne yazık ki hiç olmuyor, yani çocukta istenen biçimde bir vicdan duygusu gelişmiyor. Çocukta vicdan duygusunun gelişmemesindeki ana etkenler: Çocuğun içinde bulunduğu elverişsiz koşullar ile anne, baba, öğretmenlerin yanlış tutumları. Çocuk, bir yandan örnek alacağı, bir yandan da saygı duyacağı büyüklere ve toplumca benimsenmiş, herkesin uyması gereken ilkelere sahip olmalı. Örneğin Zulliger, bebeklere her ağladığında meme verilmemesi gerektiğini, annenin bebeğine ancak belli aralarla meme verebileceğini öğretmesi gerektiğini savunuyor. Bekleyen bebek, annesinin durumunu dikkate almayı ve ona saygı duymayı da öğreniyor, her istediğinde ağlayarak memeye ulaşan bebek ise, bencil bir anlayışa sahip olarak başka kişilerin haklarına saygı duymayı öğrenemiyor. Bu durum çocukla toplum arasına, ileride başka canlıların isteklerini, duygularını anlamasına engel olacak, bencillikle örülü bir duvar inşa edebiliyor. Annenin memeyle ilgili kurallarına uyan bebekte zamanla empati, dayanışma, işbirliği, vicdan ve sevgi duyguları gelişirken, bencillik yaparak her istediğinde memeye ulaşan bebekte kibir, hırs, güç duyguları öne çıkıyor. Bencil bebekte gelişemeyen vicdan ve sevgi duygularının yaratacağı yoksunluk, zamanla nefret, öç alma gibi kötücül davranışların da önünü açabiliyor.

Anne-baba ile başlayan vicdan eğitimi, toplumun içinde ve en çok da okulda gelişimini sürdürüyor. Uzmanlar, hem aile içinde, hem de okulda verilecek eğitimde, çocuğu vicdanlı olmaya yönelten şeyin ceza olmaması gerektiğini söylüyor. Çünkü, çocuğa sevgiyle yaklaşılan durumlarda, ailesinin, arkadaşlarının, öğretmeninin ve toplumun kendisine duyduğu sevgiyi kaybetmemek için çocuğun, kendiliğinden vicdanını kullanmaya başlayacağı düşünülüyor.

Özdeşleşme
Eğer çok uzakta bir ülkede, aynı sizin çocuğunuza benzeyen bir çocuğun resmini gördüğünüzde gözleriniz parlıyorsa ya da babanıza benzeyen bir kişiye ait üzücü bir resim gördüğünüzde siz de üzülüyorsanız, bunun ana nedeni, resim aracılığıyla kurduğunuz özdeşlik duygusu. Ancak bu kavramın bir de dış kümesi olduğunu unutmamak gerekli. Ne yazık ki insan, özdeşlik kuramadığı canlılara karşı aynı duyguları göstermekte zorlanıyor.


Burada bir örnek vermek istiyorum. Avustralya’ya 200 yıl önce dışarıdan getirilen kediler, evrimin içinde gelişen bir ekosistemin parçası olmadıkları için, diğer coğrafyadaki akrabalarından çok daha rahat yaşama şansı bulmuşlar. Avustralya’nın doğasında kedileri avlayarak nüfuslarını dengede tutacak bir canlı olmaması ancak kedilerin avlayabileceği çok çeşitli türler olması, kedi sayısının milyonları bulmasına ve zaman içinde çok sayıda türün de kedilerce avlanarak yok edilmesine neden olmuş. Yajın zamanda Avustralya devleti yöneticileri, türlerin yok olmasını engellemek için ağırlığı 15 kiloyu bulan bu vahşi kedilerden iki milyon tanesini öldürmeye karar verdi. Elbette benim amacım, bu konuyu tartışmak değil. Avustralya devletinin bu kararı, Türkiye’de çok büyük yankı uyandırdı, karşı kampanyalar düzenlendi, hatta bazı hayvanseverler, Avustralya hükümetini soykırım suçlusu ilan etmeye kadar vardırdılar işi. İlk bakışta, bu duyarlılık sevindirici gibi görünüyorsa da aslında yanıltıcı bir yönü var. Ben ülkemizde, pek çok canlı türü yok edilirken bu türden bir kampanyaya rastlamamıştım. Bu tepkinin ana nedeni, tüm canlıların yaşama hakkı değil, evlerinde besledikleri kediler yoluyla, Avustralya’daki kedilerle özdeşlik kuran hayvanseverlerin vicdanı. Hayvansever demek de doğru değil aslında. Çünkü, 2006 yılında kuş gribi nedeniyle iki buçuk milyondan fazla kanatlı hayvan öldürüldüğünde, hayvanseverler bu tür kampanyalar düzenlememişti. Köpek besleyenlerin, köpek yiyen ülkeleri barbarlıkla suçlaması, ancak yol boylarındaki tabelalarda ya da yemek listelerindeki kuzulara ağızları sulanarak bakmaları da benzer bir özdeşlik kurma veya kuramama durumunu gösteriyor bizlere.


Kısaca toplamak gerekirse, kendi düşüncemize, giyim tarzımıza, yaşam biçimimize, konuşmamıza, şivemize yakın kişilerle kolayca özdeşlik kurabiliyorken, farklı renkte, dilde, dinde, coğrafyadaki kişilerle özdeşlik kurmakta zorlanıyoruz. Filistin’de ölen bir çocuk için İsrail devletinin yetkilileri terörist yakıştırması yaparak çocuğa kara çalarken, bizim yöneticilerimiz bu çocuğun acısını içlerinde hissedip hüngür hüngür ağlayabiliyor. Ancak bizim yöneticilerimiz de aynı yaşta ölen, sol görüşlü bir direnişçi çocuğa meydanlarda kara çalıp, silahsız bir çocuğu öldüren polisi yargıdan kaçırıp, kollamakta bir sakınca görmüyor. Buradaki sınırı yeniden anımsayalım: Özdeşlik kuramamak, acıyı hissedememek doğal karşılanabilir ancak savaşta bile nefret diline yer olmamalı.

Medyanın Vicdanlar Üzerindeki Gücü
Umberto Eco’nun ‘Genç Bir Romancının İtirafları2 adlı kitabında ele aldığı konulardan birisi de ‘kurmaca karakterler’dir. Eco, bu bölümde Anna Karenina’nın gerçek dünyada var olmayan kurmaca bir karakter olduğunu bilmemize karşın, okurlar olarak onun için üzülmemizin nedenini sorgular. Eco, burada Karenina’nın yaşadıklarının ötesinde, okurun durumunun da önem taşıdığını belirtir. Okurun, kurmaca karakterler ve yaşamlarıyla özdeşleşmesi durumunda, romandaki olayları kendi yaşamındaymışçasına gerçekçi biçimde hissedebileceğini hatta ağlayabileceğini söyler Eco. Okur, romanda yer alan kişilerin ve olayların gerçek olmadığını bildiği halde, bunu açığa vurmaz, kurmaca karakterlerin başına gelenlere gönüllü olarak inanmayı sürdürür. Vicdan konusunu düşünürken, Umberto Eco’nun yazdıklarından farklı bir çıkarımda bulunabileceğimi fark ettim. Gerçek olayları biz yaşamadığımız sürece bir anlatıcının kaleminden okuyor ya da onun dilinden öğreniyoruz. Peki, biz burada gerçekten olayın kendisini mi okuyoruz, yoksa anlatıcının yazdıklarını mı? Daha doğrusu şöyle sorayım: Bir saldırıda bir çocuk ölmüş olsun. Biz o çocuğa mı üzülüyoruz, yoksa anlatıcının çocukla ilgili anlattığı acıklı öyküye mi? Günümüzde bu tür olayları genellikle gazete, televizyon gibi kaynaklardan öğrendiğimizi düşünürsek, ikinci seçeneğin doğru olduğunu göreceğiz. Yani duygularımızı harekete geçiren etken olayın kendisi değil, anlatıcının ifadeleri. Peki anlatıcının her ayrı olayda  aynı ifadeleri kullandığını söyleyebilir miyiz? Ne yazık ki bu soruya ‘evet’ demek olası değil.

Bir saldırıda ölen çocuk gazetelerde tam sayfa “Küçük Büşra’nın Hayalleri Yarım Kaldı” diye yer alırken, başka bir yerde ölen aynı yaştaki çocuk ise adıyla yaşı bile anılmadan, haberdeki toplam ölü sayısının içinde geçebilir. Bir çocuk, annesinin kucağında, okul arkadaşlarının çiçeklerle donattığı boş masasında, dedesinin kucağındaki fotoğraflarıyla verilirken, diğerinin kendi çocuğunuz veya yeğeninizle özdeşleştirebileceğiniz küçücük bir fotoğrafını bile bulamazsınız. Onlarla ilgili olarak tek bildiğiniz şey, kuru bir polis açıklamasından ibarettir: Bombardımanda ölmüşlerdir, evleri çökünce altında kalmışlardır, tekneleriyle denizin ortasında kaybolmuşlardır. Eğer haberi yazan kişi sizin üzülmemeniz gerektiğini düşünüyorsa, kendinizi özdeşleştirmeyi bir yana bırakın, ölenlerle aranıza bir duvar örecek bilgileri bile serpiştirebilir. Ölenlere 'kaçak' der, 'kaçakçı' der. Ustaca seçilen bu türden sıfatların arasında, ölü bedenlerle hırsızlık, arsızlık, saldırganlık gibi kavramlar birbirine yaklaşır. Ölen çocuklar, neredeyse her zaman suçsuzdur, en az Büşra kadar afacan olmamaları için de hiçbir neden yoktur. Aslında suçsuz olabileceklerini siz de bilirsiniz ama içinizden üzülmek gelmez işte. Hayat böyledir ya hani: tekneler batar, göçmenler boğulur, bombalar gidip de onları bulur. Haberin renksiz, kuru dili sizi öyle etkisi altına alır ki artık habercinin kaleminden, nesnel, duygusuz bir gerçekçilikle görmeye başlarsınız her şeyi.

Yazıya, vicdanlardan, boyundan büyük sorunları çözmesi beklenmemeli diye başlamıştım ancak buradan, vicdanı önemsizleştirmek gibi bir sonuç çıkarmak da yanlış olur. Bozuk bir eğitim düzeni, çıkarları peşinde koşan insanlar ve manipülasyon amacıyla çalışan medya güçlerinin ulaşıp da bozamadığı vicdanlar da var. Küçükken bir terör saldırısında babasını yitiren bir arkadaşım var. Bugüne kadar ağzından herhangi bir nefret, ötekileştirme, intikam sözü duymadım. Yaşadığı acı, onu başkalarını da anlamaya, herkesi kucaklayacak bir barışa yöneltmiş. Oysa, yaşamı boyunca terörden hiçbir tanıdığını kaybetmemiş nice insan tanıyorum ki dillerinden sadece zehir akıyor.


Sonuç olarak, kendi sevindiğimiz, üzüldüğümüz her olayda başka insanların da aynı derecede sevinip, üzülmesini beklemek, istediğimiz gibi davranmıyorlar diye onları suçlamak, çok da doğru değil gibi geliyor bana. Böyle bir beklenti, olsa olsa, karşı tarafı yapmacık bir gösteriye zorlayabilir. Oysa, belli bir inancı ya da ideolojiyi yaymak için sahnelenen yapay bir nefret ya da vicdan gösterisi ne kadar da mide bulandırıcı. Elbette insan, başkalarına ait her acıyı, her mutluluğu içselleştiremeyebilir. İçlerinde duymadıkları bir olay için, insanlardan zorla vicdanlı olmalarını istemek çok da anlamlı değil. Ancak herhangi bir nedenle özdeşleşemediğiniz bir kişiyi suçlamak, yargılamak, onun acılarıyla alay etmek, sevinçlerini gölgelemek de anlaşılır gibi değil. Herkese biraz daha hoşgörü çağrısında bulunmak ve kendi adımıza, başkalarının vicdanlarını gerçekleştirme biçimlerine saygı duyabilecek bir olgunluğa erişmek, bugün her şeyden çok daha önemli sanırım.

Kaynakça:
1- Zulliger, Hans (2014), Çocuk Vicdanı ve Biz, (İstanbul, Cem Yayınevi) - İkinci Baskı, Çev.Kamuran Şipal
2- Eco, Umberto (2011), Genç Bir Romancının İtirafları, (İstanbul, Kırmızı Kedi Yayınevi), Çev.İlknur Özdemir

24 Haziran 2015 Çarşamba

Ahmet Kaya

Ahmet Kaya, her şeyi siyah ya da beyaz olarak görmeye meraklı toplumumuzun, yaşamını kararttığı müzik adamlarından birisi. Pek çok kişi tarafından sevilerek dinlenirken, bir gecede, ne idüğü belirsiz birkaç milliyetçiyle, iftiracı gazetecinin kurbanı olarak, terörist ilan edildi Ahmet Kaya. (1)


Ölümünden yıllar sonra ise abartılı bir sahiplenmeyle, bu sefer de kahraman ilan edildi. ‘Bölücü Yavşak’, ‘Vay Şerefsiz’ gibi başlıklar atanlar, bir ödül gecesinde işi fiziksel saldırı boyutuna getirenler, bugün pişmanmış. Eleştirinin pişmanlığı da olur geri dönüşü de ancak linç etmenin pişmanlığı olmaz. Onun için, Ahmet Kaya’yı linç edenlere, özür dilemek dışında bir söz hakkı verilmesini ben doğru bulmuyorum.


Ayrıca tüm toplumca yapılmış bir girişimini birkaç kişinin üstüne atmayı da doğru bulmuyorum. Bu yazının konusu bu değil ancak son olarak şunu da eklemeliyim ki bu linç girişimi ne kadar haksızsa, yıllar sonrasında gelen bir hak teslimini, kahramanlık, büyük sanatçılık noktalarına getirmek de doğru değil.


Bu yazıda Ahmet Kaya’nın müziği ve albümleriyle ilgili görüşlerimi yazacağım. Kürt baba ve Türk annenin beşinci çocuğu olarak doğan Ahmet Kaya yoksul bir ailede büyümüş. Ahmet Kaya için bir militan demek pek doğru olmasa da, sanırım, sol hareket içinde bulunmuş, solcu şairleri bilen, halk müziğini tanıyan bir müzisyen diyebiliriz. 12 Eylül 1980 darbesiyle tüm sol örgütler çöküp, devrimciler hapislerde işkence görürken, Ahmet Kaya tutuklanmadan dışarıda kalabilmiş. 1985 yılında yayınlanan ilk albümünün adı ‘Ağlama Bebeğim’. Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ahmed Arif gibi ünlü şairlerin Ahmet Kaya’nın müzikleriyle buluştuğu bu albüm, özellikle hapishanelerde büyük ilgi görmüştü. Sabahattin Ali’nin Geçmiyor Günler, Ahmet Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim, Nazım Hikmet’in Aynı Daldaydık şiirleri Ahmet Kaya’nın pek bilmediği tutsaklık duygusunu halka ulaştırmasına olanak sağlamıştı. Bu albümde yer alan üç parçanın sözleriyse Ahmet Kaya’ya ait. İdeolojik olarak veya müzikal açıdan bakıldığında solcu şairlerin şiirlerini bestelemek dışında Ahmet Kaya’nın devrimcilikle pek bir ilgisi yok. 1985’te yaptığı müzik, yer yer arabesk düzenlemelerini de andıran, kulağa hoş gelecek basit bir anlayışla kotarılmış, müzikal anlamda hiçbir yenilik, değişim, farklılık içermeyen sıradan sayılabilecek bir albüm. Albümde yer alan Mehmet Akif Ersoy’a ait “Cenk Şarkısı” adlı şiirden bir bölüm de “Uğurlar Ola” adıyla albüme girmiş. Balkan Savaşına giden askerleri yüreklendirmek amacıyla yazılmış, içinde savaş çığırtkanlığı, milliyetçilik, ırkçılık ne ararsanız bulabileceğiniz, nefret dolu bir şiirdir Mehmet Akif’in “Cenk Şarkısı” şiiri. Şiirden bir bölüm:

Yükselerek kuş gibi Balkanlara,
Öyle satır at ki kuduz Bulgar’a:
Bir daha Osmanlı’ya güç sırtara!
Git de gel evlâdım… uğurlar ola.

Düşmana çiğnetme bu toprakları;
Haydi kılıçtan geçir alçakları!
Leş gibi yatsın kara bayrakları!
Kahraman evlâdım, uğurlar ola.

Bu şiir ‘Sol Görüşlü Müzisyenlerin Uzak Durması Gereken Şiirler’ diye bir liste yapılsa herhalde ilk beşte yer alır. Ahmet Kaya’nın da hakkını yemeyelim, milliyetçiliğin bayrağı olacak bir şiirin işine gelen dörtlüklerini cımbızla seçerek, solcuların emek mücadelesine marş yapmak da başlı başına devrimci bir hareket sayılabilir.

Ahmet Kaya’nın daha sonra yaptığı Acılara Tutunmak albümü Hasan Hüseyin Korkmazgil dizelerinin ön planda olduğu hem müzikal anlayış olarak hem de parçalar açısından ilk albümünü yakalamaktan uzak bir çalışma olsa da, dinleyiciler tarafından büyük bir beğeniyle karşılanmış. 1986 yılına geldiğimizde, Ahmet Kaya iki önemli albümüyle çıkar karşımıza.

An Gelir, Attila İlhan şiirlerinin ağırlıkta olduğu, yer yer şiirin, yer yer müziğin ön plana çıktığı, müzikalite ve düzenleme olarak farklı bir albümdür. Kayıtlara bakınca, An Gelir’in öncekilere göre daha yüksek bütçeli bir albüm olduğu hemen göze çarpar. Düzenlemeleri kimin yaptığı bilgisini bulamadım ancak dinlediğinizde bir müzisyenin elinden çıktığı hemen belli oluyor (Bir sonraki albümün soundu ile karşılaştırınca Oğuz Abadan olma olasılığı yüksek). An Gelir'de Ahmet Kaya’nın sesi artık daha bir özgüvenle çıkmakta, şarkılar şiirlerin vurgusunu daha da ön plana çıkarmaktadır. Bu albümde yer alan Şeyh Bedrettin ve onun bağlandığı Tezkere türküsü albümün doruklarındandır.


Aynı yıl çıkan Şafak Türküsü albümü, Ahmet Kaya’nın çok daha fazla kişiye ulaşmasını sağlamış, Kaya'nın en çok satan albümlerinden birisi. Oğuz Abadan’ın yönetimindeki müzisyenler arasında Kerem Görsev’in de adını görmek, çok hoş bir sürpriz. Abadan’ın bazı parçalardaki bas partileri, Erkan Oban’ı anımsatır. Bana sorarsanız, An Gelir’le birlikte Ahmet Kaya’nın en güzel albümüdür Şafak Türküsü. Bu albümde yer alan Nevzat Çelik dizeleri ise Ahmet Kaya müziğinin geleceğindeki, umutsuzluk içeren dizelerden izler taşımaktadır.

Eşi Gülten Kaya'nın, Ahmet Kaya’nın yaşamında bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. İlk önce hapisteyken tanıdığı bir idam mahkumu olan Nevzat Çelik’in ‘Şafak Türküsü’ şiirini Ahmet Kaya’ya getiren Gülten Kaya, daha sonra ağabeyi Yusuf Hayaloğlu ile Ahmet Kaya’nın birlikte çalışması fikrini ortaya atar. Nevzat Çelik’in ardından Yusuf Hayaloğlu’nun etkisiyle Ahmet Kaya müzikleri kan kaybetmeye başlar. Direniş yenilmişliğe, umut umutsuzluğa, başkaldırı teslimiyete dönüşür. Sözler erkeksi bir dile bürünür, ünlü şairlerin dizelerinin yerini, ucuz kahramanlıkların anlatıldığı sözde solculuk hikayeleri almaya başlar. Oğuz Abadan’la yükselen müzikal yapıysa Yorgun Demokrat’la birlikte hızlı bir düşüşe geçer. Halk müziğinin etkisi giderek azalır. Zaten gerçek anlamda devrimci bir benliğe sahip olmayan Ahmet Kaya, Yusuf Hayaloğlu'yla birlikte giderek arabesk tutkunları ve milliyetçi grupların dinlediği bir popüler müzik ikonu haline dönüşmeye başlar.

Eğer bir grafik gibi düşünürsek Ahmet Kaya müziği, An Gelir ve Şafak Türküsü’yle en yüksek noktasına çıkmış (bu noktanın evrensel anlamda da aynı şekilde bir yüksekliğe karşılık geldiğini söylemek ne yazık ki zor), Yorgun Demokrat’la gerilemeye başlamış, daha sonrasında ise giderek yozlaşma dönemine girmiştir.

Yusuf Hayaloğlu’nun dizeleri, şair olmaya özenen meraklı bir amatörü anımsatıyor. Beylik sözlerle, namlu ağzıyım, bıçak ucuyum demelerle, üç kağıtçıya pezevenge küfür etmekle, kırmızı rujlu sokak imgeleriyle şair olunamıyor ne yazık ki. Şimdi, devrimcilikle ilgisi olmayan, Kurtlar Vadisi'nin ucuz repliklerini anımsatan bu şiirimsilerden birkaç örnek vereyim:

Başım Belada
Başım belada!
Tabancamı unutmuşum helada.
Nerden baksan tutarsızlık,
Nerden baksan ahmakça!

Giderim
Sen zahmet etme yerinden
Gürültü yapmam derinden
Parmaklarım üzerinden
Su gibi akar giderim

Ezdirmem sana kendimi
Gövdemi yakar giderim
Beddua etmem üzülme
Kafama sıkar giderim



Demek Şimdi Gidiyorsun
Her şey tamam diyorsun git
Beni viran bir şehir gibi terket
Haydi git
Dışarısı ispiyon
Dışarısı ihanet
Seni bir gören olmasın dikkat et

Anne Ben Ölüyorum
Anne ben ölüyorum..
Gözlerim kanıyor ikide bir,
Türk filmlerinin, yarı absürt senaryolarında,
hüzünleniyorum,
Şizofreni diyorlar algınlığıma.

Yusuf Hayaloğlu’nun bu beylik sözlerle dolu, arada ‘anne, anne’ diye ağlaşan, siz gidin, ben arkada yavaş yavaş ölürüm, mermiyi verdim ağzına, ne söyleyim kuzuma tarzındaki içi boş dizeleri ilginizi çektiyse, kısa bir aramayla, internette çok daha fazlasını bulabilirsiniz.

Yusuf Hayaloğlu’nun Kaya’nın müziğine etkisi, sözlere koşut bir arabeskleşme ve yozlaşmadır. Bağıra bağıra okunan şiirler, ağlayarak şarkı söylemeler artık Ahmet Kaya müziğinin vazgeçilmez öğeleri olmuştur. Ahmet Kaya’nın 1998’deki Dosta Düşmana Karşı albümündeki parçaların sözlerine baktığımızda, beşinin kayınbiraderi Yusuf Hayaloğlu’na, ikisinin ise eşi Gülten Kaya’ya ait olduğu görünmektedir. Kariyerinin başındaki albümlerde önemli şairlerin şiirleri ile yaptığı parçaların yerini aile üyeleri ile dolduran Ahmet Kaya, bu değişim sırasında müziğinin büyük ölçüde bozulduğunu ve yozlaştığını fark edememiş olmalı.

Daha sonra Yusuf Hayaloğlu ile yolları ayrıldığında, Yusuf Hayaloğlu, gazeteci Ferzende Kaya’ya ayrılığın nedenini şöyle anlatır: “Sanata ve siyasete bakışımızda, Gülten, Ahmet ve benim aramda düşünsel farklılıklar vardı. Sözgelimi Tuncelili olmak başkaydı, ‘Tuncelilik’ şovenizmi başkaydı. Kürt doğmak başkaydı ‘Kürtçü’ davranmak başkaydı. Alevi kökenli olmak başkaydı ‘Alevici’ olmak başkaydı. Sol düşünmek başkaydı ‘solculuk’ yapmak başkaydı. Allah’a inanmak başkaydı ‘şeriatçı’ olmak başkaydı. Ben hiçbir zaman ‘cı’ olmayı hissetmedim ve olmadım da.” (2)

Keşke Yusuf Hayaloğlu da şair olmakla, şairliğe özenmek arasındaki farkı görebilseydi. Benim düşünceme göre, Yusuf Hayaloğlu'nun şair olmadığını fark edenlerin başında, kardeşi Gülten Kaya gelir. Ancak Gülten Kaya, bunu yanlış yorumlayarak, eşini bu ucuz dizelerden kurtarmak yerine, "ben de bu şiirimsilerden yazabilirim" diyerek, kendini de şair statüsüne çıkartmayı yeğlemiştir. "Beni vuracaklar, Beni bulacaklar, Beni yoracaklar yar. Beni tutacaklar, Beni yakacaklar, Bana kıyacaklar yar." diyerek ağlaşan devrimciler kervanına katılan Gülten Kaya, "vurulur mülteci kederim" gibi, Yusuf Hayaloğlu'nu anımsatan imgeleri, bu sefer kendi adıyla piyasaya sürmüştür. Bu sözlerde dağlardan, silahlardan geçilmez ama dinleyenlerde uyandırdığı ortak duygu yenilmişlik, işkence, umutsuzluk, ölecek olma halidir. Şarkıların kahramanları yenilmekten zevk alan, direnmek yerine ölmeyi, gülmek yerine ağlamayı tercih eden arabesk figürlere benzer. İsterseniz, Gülten Kaya'nın yukarıda söz ettiğim şiirinin ilk bölümüne de bir göz atalım. Yusuf Hayaloğlu'nun Ahmet Kaya şarkıları için biçtiği erkek elbisesi, Gülten Kaya şiirlerinde değişmez. Bir kadın şairin, sakallarındaki çocuk kokusundan söz etmesi, içtenlik konusunda size bir fikir verecektir.

Korkarım
Gençliğimi kimse bilmez
Sakallarımdan çocuk kokusu
Ağzımdan ay ışığı fışkırır benim
Ceketimi yağmurlara astığımdan beri
Tehlikeli şiir okur
Dünyaya sataşırım ben


Ahmet Kaya, bölücü de değil, kahraman da. Bana göre Kaya’yı büyük bir müzik adamı ya da içi boş bir müzisyen olarak etiketlemek de yanlış olur. Kaya için, müzik yaşamının başında umut veren ancak ailesini yaratma sürecine karıştırdıktan sonra, giderek yozlaşmış bir müzik adamı demek yanlış olmaz sanırım. Müzikal anlamda hep geleneksel çizgiyi sürdürmüş, devrimciliği ne müzik, ne yaşam tarzında ne de şarkı sözlerinde uygulamış, dışarıdan ideolojik birisi gibi görünse de, özellikle erkek egemen kültüre uygun sözleri ve arabeske kayan müziğiyle daha çok geleneksel, milliyetçi kesimin beğenisini toplamış, ufak tefek aykırılıkları çok abartılmış, sözleri medya ve toplum tarafından çarpıtılarak hiç hak etmediği bir bedeli belki de yaşamıyla ödemiş birisi. Hayaloğlu’nun gölgesinden çıktığında, daha umutlu, daha demokrat, güleryüzlü bir anadolu insanı çıkıyor karşımıza. Sonu hüzünlü olan bu öyküyü ben Ahmet Kaya’nın ilk albümünden, umut dolu, kendi dizeleriyle bitireyim:

çok uzakta öyle bir yer var
o yerlerde mutluluklar
paylaşılmaya hazır
bir hayat var

Kaynakça:
1-Vikipedi, Ahmet Kaya, https://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmet_Kaya, Erişim Tarihi: 24.06.2015
2- Hürriyet Gazetesi, Soner Yalçın (21 Kasım 2010), http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/16336866.asp, Erişim Tarihi: 24.06.2015