Son günlerde yaşadığımız acılar, beni ‘vicdan’ kavramı üzerinde
düşünmeye yöneltti. Bakıyorsunuz, çok vicdanlı gibi görünen bir kişi, başka bir olayda son derece acımasız olabiliyor. 'Kuzucuk'la
başladığı cümleyi, ‘leş’le bitirebiliyor. İhalelerde gerçek değeri bulabilmek için ‘en düşük’ ve ‘en
yüksek’ tekliflerin dışarıda bırakıldığı gibi, ben de bu yazıda abartılı
sevgi ve nefret gösterilerini dışarıda bırakacağım, ikisi de bana hiç inandırıcı gelmiyor çünkü. Böyle bir başlık,
belki ‘nefret’ duygusunun incelendiği farklı bir yazının konusu olabilir. Oysa
ben, ‘vicdan’ üzerine yazarken, hepimiz için geçerli olabilecek durumları ele alacağım.
Bu yazıyı yazarken ‘vicdan’ kavramı üzerine çok düşündüm, okları yapabildiğimce
kendime de doğrulttum. O zaman gördüm ki, insan vicdanı her zaman adil biçimde
çalışmıyor. Kişinin vicdanı bazen sağırlaşıyor, bazen de yalnızca
tercihlerine uygun, görüş alanına girebilen ve özdeşleşebildiği şeylere karşı
duyarlı olabiliyor. Elbette çabalayarak görüş alanımızı genişletmek, daha fazla
durum ve kişiyle özdeşlik kurabilmek olası ancak bunun da bir sınırı var. Bugün
geldiğim noktada -en azından tek başına- insan vicdanına güvenemeyeceğimiz
görüşüne daha yakın olduğumu söyleyebilirim. Tek başına, vicdana güvenme konusundaki çekincelerimi dört maddede toplamak mümkün:
- Evrimsel süreçte, güçlü olmak/hayatta kalmak amacı çoğu zaman vicdan duygusuna galip geliyor. Asıl amacımız yaşamımızı sürdürebilmek olduğundan, bazen vicdan önlerde gibi görünse de, tam gereksinim olduğu zamanlarda geri plana düşebiliyor.
- Vicdanı yaratan ahlak kuralları toplumdan topluma değişiyor. Bir toplum için namus meselesi sayılabilecek bir davranışın, başka toplumda yapılmaması saygısızlık olarak görülebiliyor. Din, ahlak, aile ve toplumsal kuralların biçimlendirdiği vicdan duygusu da doğal olarak farklı dine, farklı coğrafyaya, farklı kültüre ait her toplumda farklı görünümlerle karşımıza çıkabiliyor. (Yanlış anlamayı önleyecek ufak bir ekleme yapmakta yarar var: Vicdanın toplumdan topluma farklılık göstermesini bir kusur değil, tam tersine dünyadaki kültürel zenginliğin bir parçası olarak görmek gerekir. Dolayısıyla yazıdan, farklı vicdan anlayışlarını tekleştirmek gibi bir ulu amaç çıkarılmamalı. Tam tersine farklı düşüncelerin, farklı sanat yapıtlarının, farklı çözüm yöntemlerinin ortaya çıkabilmesi için bu çeşitliliğin sürmesi gerekli. Bizimse en azından diğer toplumların ve diğer insanların vicdan ölçütlerinin bizim kendi ölçütlerimizden farklı olabileceğini gözardı etmememiz gerekiyor.)
- Vicdan duygusu, toplumdan topluma, kültürden kültüre, coğrafyadan coğrafyaya değiştiği gibi, insandan insana da değişiyor. Çünkü vicdan, iyi bir eğitim sistemi, anne sıcaklığı, sevgiye dayalı bir aile ortamı, doğaya yakınlık, dürüst haber alma kaynakları, saydam bir toplum ve güçlü bir adalet duygusu gerektiriyor. Doğuşta hepimiz vicdansızken, aile, toplum, okul bizi yavaş, yavaş işliyor. Kapitalist bir anlayışın yönettiği dünyamızdaysa ne yazık ki eğitimde, adalette, yaşam koşullarında bir eşitlikten söz etmek olanaksız. Aynı toplumda yaşasa da farklı ailelerde veya farklı okullarda yetişen çocuklar, birbirinden çok farklı vicdan gelişimine sahip olabiliyor.
- Egemen güçler, kendi etkileri altındaki medyanın olanaklarını kullanarak, insanların vicdanlarını kendi çıkarları için yönlendirebiliyor.
Şimdi vicdanın köklerine
uzanabiliriz.
Vicdan’ın Kaynakları: Aile, Toplum, Okul
Vicdan, ilk olarak ailede
filizlenen, daha sonra toplum içinde ve okulda kendini geliştiren, yenileyen bir
duygu. Hans Zulliger’in “Çocuk Vicdanı ve Biz”1 adlı kitabında yer alan çocuklar,
yanlış bir şey yapmadan önce bir iç ses duyduklarından söz ediyorlar. Bu iç ses, kimi zaman anne, kimi zaman baba, kimi zaman dini bir kişi, kimi zaman doğrudan
tanrı, kimi zaman da öğretmen olabiliyor. Çocuk, yaptığı yanlışın sonunda kimin
kuralını çiğneyeceğini düşünürse, onun sesini duyuyor içinde. Başkasına ait bir
eşya ise, bu ses ona “alma” diyor, kötü bir söz etmek üzereyse “söyleme” diyor.
Çocuklar pek çok örnekte bu sesin aslında sahibinin de kendi düşünceleri
olduğunun farkında olduklarını ancak kaynağının başkaları olduğunu da belirtiyorlar. Bazı çocuklarda ise bu iç ses ne yazık ki hiç olmuyor, yani çocukta istenen biçimde
bir vicdan duygusu gelişmiyor. Çocukta vicdan duygusunun gelişmemesindeki ana etkenler: Çocuğun
içinde bulunduğu elverişsiz koşullar ile anne, baba, öğretmenlerin yanlış tutumları. Çocuk, bir
yandan örnek alacağı, bir yandan da saygı duyacağı büyüklere ve toplumca benimsenmiş,
herkesin uyması gereken ilkelere sahip olmalı. Örneğin Zulliger, bebeklere her ağladığında
meme verilmemesi gerektiğini, annenin bebeğine ancak belli aralarla meme
verebileceğini öğretmesi gerektiğini savunuyor. Bekleyen bebek, annesinin
durumunu dikkate almayı ve ona saygı duymayı da öğreniyor, her istediğinde
ağlayarak memeye ulaşan bebek ise, bencil bir anlayışa sahip olarak başka
kişilerin haklarına saygı duymayı öğrenemiyor. Bu durum çocukla toplum
arasına, ileride başka canlıların isteklerini, duygularını anlamasına engel
olacak, bencillikle örülü bir duvar inşa edebiliyor. Annenin memeyle ilgili
kurallarına uyan bebekte zamanla empati, dayanışma, işbirliği, vicdan ve sevgi
duyguları gelişirken, bencillik yaparak her istediğinde memeye ulaşan bebekte
kibir, hırs, güç duyguları öne çıkıyor. Bencil bebekte gelişemeyen vicdan
ve sevgi duygularının yaratacağı yoksunluk, zamanla nefret, öç alma gibi kötücül davranışların da önünü
açabiliyor.
Anne-baba ile başlayan vicdan
eğitimi, toplumun içinde ve en çok da okulda gelişimini sürdürüyor. Uzmanlar, hem aile içinde, hem de okulda verilecek eğitimde, çocuğu vicdanlı olmaya yönelten şeyin ceza olmaması gerektiğini söylüyor. Çünkü, çocuğa sevgiyle yaklaşılan durumlarda, ailesinin, arkadaşlarının, öğretmeninin ve toplumun kendisine
duyduğu sevgiyi kaybetmemek için çocuğun, kendiliğinden vicdanını kullanmaya başlayacağı düşünülüyor.
Özdeşleşme
Eğer çok uzakta bir ülkede, aynı
sizin çocuğunuza benzeyen bir çocuğun resmini gördüğünüzde gözleriniz
parlıyorsa ya da babanıza benzeyen bir kişiye ait üzücü bir resim gördüğünüzde
siz de üzülüyorsanız, bunun ana nedeni, resim aracılığıyla kurduğunuz özdeşlik duygusu.
Ancak bu kavramın bir de dış kümesi olduğunu unutmamak gerekli. Ne yazık ki
insan, özdeşlik kuramadığı canlılara karşı
aynı duyguları göstermekte zorlanıyor.
Burada bir örnek vermek
istiyorum. Avustralya’ya 200 yıl önce dışarıdan getirilen kediler, evrimin
içinde gelişen bir ekosistemin parçası olmadıkları için, diğer coğrafyadaki
akrabalarından çok daha rahat yaşama şansı bulmuşlar. Avustralya’nın
doğasında kedileri avlayarak nüfuslarını dengede tutacak bir canlı olmaması ancak
kedilerin avlayabileceği çok çeşitli türler olması, kedi sayısının milyonları
bulmasına ve zaman içinde çok sayıda türün de kedilerce avlanarak yok
edilmesine neden olmuş. Yajın zamanda Avustralya devleti yöneticileri, türlerin yok olmasını engellemek
için ağırlığı 15 kiloyu bulan bu vahşi kedilerden iki milyon tanesini öldürmeye
karar verdi. Elbette benim amacım, bu konuyu tartışmak değil. Avustralya devletinin bu kararı, Türkiye’de çok büyük
yankı uyandırdı, karşı kampanyalar düzenlendi, hatta bazı hayvanseverler, Avustralya
hükümetini soykırım suçlusu ilan etmeye kadar vardırdılar işi. İlk bakışta, bu duyarlılık sevindirici gibi görünüyorsa da aslında yanıltıcı bir yönü var. Ben ülkemizde, pek
çok canlı türü yok edilirken bu türden bir kampanyaya rastlamamıştım. Bu
tepkinin ana nedeni, tüm canlıların yaşama hakkı değil, evlerinde besledikleri kediler yoluyla, Avustralya’daki kedilerle
özdeşlik kuran hayvanseverlerin vicdanı. Hayvansever demek de doğru değil aslında. Çünkü, 2006
yılında kuş gribi nedeniyle iki buçuk milyondan fazla kanatlı hayvan
öldürüldüğünde, hayvanseverler bu tür kampanyalar düzenlememişti. Köpek besleyenlerin, köpek
yiyen ülkeleri barbarlıkla suçlaması, ancak yol boylarındaki tabelalarda ya da
yemek listelerindeki kuzulara ağızları sulanarak bakmaları da benzer bir
özdeşlik kurma veya kuramama durumunu gösteriyor bizlere.
Kısaca toplamak gerekirse, kendi düşüncemize, giyim
tarzımıza, yaşam biçimimize, konuşmamıza, şivemize yakın kişilerle kolayca
özdeşlik kurabiliyorken, farklı renkte, dilde, dinde, coğrafyadaki kişilerle
özdeşlik kurmakta zorlanıyoruz. Filistin’de ölen bir çocuk için İsrail
devletinin yetkilileri terörist yakıştırması yaparak çocuğa kara çalarken,
bizim yöneticilerimiz bu çocuğun acısını içlerinde hissedip hüngür hüngür
ağlayabiliyor. Ancak bizim yöneticilerimiz de aynı yaşta ölen, sol görüşlü bir
direnişçi çocuğa meydanlarda kara çalıp, silahsız bir çocuğu öldüren polisi yargıdan kaçırıp, kollamakta bir sakınca görmüyor. Buradaki sınırı yeniden anımsayalım: Özdeşlik kuramamak,
acıyı hissedememek doğal karşılanabilir ancak savaşta bile nefret diline yer
olmamalı.
Medyanın Vicdanlar Üzerindeki Gücü
Umberto Eco’nun ‘Genç Bir
Romancının İtirafları’2 adlı kitabında ele aldığı konulardan birisi de
‘kurmaca karakterler’dir. Eco, bu
bölümde Anna Karenina’nın gerçek
dünyada var olmayan kurmaca bir karakter olduğunu bilmemize karşın, okurlar
olarak onun için üzülmemizin nedenini sorgular. Eco, burada Karenina’nın
yaşadıklarının ötesinde, okurun durumunun da önem taşıdığını belirtir. Okurun, kurmaca
karakterler ve yaşamlarıyla özdeşleşmesi durumunda, romandaki olayları kendi
yaşamındaymışçasına gerçekçi biçimde hissedebileceğini hatta ağlayabileceğini
söyler Eco. Okur, romanda yer alan
kişilerin ve olayların gerçek olmadığını bildiği halde, bunu açığa vurmaz,
kurmaca karakterlerin başına gelenlere gönüllü olarak inanmayı sürdürür. Vicdan
konusunu düşünürken, Umberto Eco’nun
yazdıklarından farklı bir çıkarımda bulunabileceğimi fark ettim. Gerçek
olayları biz yaşamadığımız sürece bir anlatıcının kaleminden okuyor ya da onun
dilinden öğreniyoruz. Peki, biz burada gerçekten olayın kendisini mi okuyoruz,
yoksa anlatıcının yazdıklarını mı? Daha doğrusu şöyle sorayım: Bir saldırıda
bir çocuk ölmüş olsun. Biz o çocuğa mı üzülüyoruz, yoksa anlatıcının çocukla
ilgili anlattığı acıklı öyküye mi? Günümüzde bu tür olayları genellikle gazete,
televizyon gibi kaynaklardan öğrendiğimizi düşünürsek, ikinci seçeneğin doğru
olduğunu göreceğiz. Yani duygularımızı harekete geçiren etken olayın kendisi
değil, anlatıcının ifadeleri. Peki anlatıcının her ayrı olayda aynı ifadeleri kullandığını söyleyebilir miyiz?
Ne yazık ki bu soruya ‘evet’ demek olası değil.
Bir saldırıda ölen çocuk
gazetelerde tam sayfa “Küçük Büşra’nın Hayalleri Yarım Kaldı” diye yer alırken,
başka bir yerde ölen aynı yaştaki çocuk ise adıyla yaşı bile anılmadan, haberdeki toplam ölü sayısının içinde geçebilir. Bir çocuk, annesinin
kucağında, okul arkadaşlarının çiçeklerle donattığı boş masasında, dedesinin
kucağındaki fotoğraflarıyla verilirken, diğerinin kendi çocuğunuz veya
yeğeninizle özdeşleştirebileceğiniz küçücük bir fotoğrafını bile bulamazsınız.
Onlarla ilgili olarak tek bildiğiniz şey, kuru bir polis açıklamasından
ibarettir: Bombardımanda ölmüşlerdir, evleri çökünce altında kalmışlardır,
tekneleriyle denizin ortasında kaybolmuşlardır. Eğer haberi yazan kişi sizin
üzülmemeniz gerektiğini düşünüyorsa, kendinizi özdeşleştirmeyi bir yana bırakın, ölenlerle aranıza bir duvar örecek bilgileri bile serpiştirebilir. Ölenlere 'kaçak' der, 'kaçakçı' der. Ustaca seçilen bu türden sıfatların arasında, ölü bedenlerle hırsızlık,
arsızlık, saldırganlık gibi kavramlar birbirine yaklaşır. Ölen çocuklar, neredeyse her zaman
suçsuzdur, en az Büşra kadar afacan olmamaları için de hiçbir neden yoktur. Aslında
suçsuz olabileceklerini siz de bilirsiniz ama içinizden üzülmek gelmez işte. Hayat
böyledir ya hani: tekneler batar, göçmenler boğulur, bombalar gidip de onları bulur. Haberin renksiz, kuru dili sizi öyle etkisi altına alır ki artık habercinin kaleminden, nesnel, duygusuz bir
gerçekçilikle görmeye başlarsınız her şeyi.
Yazıya, vicdanlardan, boyundan büyük sorunları çözmesi beklenmemeli diye başlamıştım ancak buradan,
vicdanı önemsizleştirmek gibi bir sonuç çıkarmak da yanlış olur. Bozuk bir
eğitim düzeni, çıkarları peşinde koşan insanlar ve manipülasyon amacıyla
çalışan medya güçlerinin ulaşıp da bozamadığı vicdanlar da var. Küçükken bir
terör saldırısında babasını yitiren bir arkadaşım var. Bugüne kadar ağzından
herhangi bir nefret, ötekileştirme, intikam sözü duymadım. Yaşadığı acı, onu başkalarını
da anlamaya, herkesi kucaklayacak bir barışa yöneltmiş. Oysa, yaşamı boyunca terörden hiçbir tanıdığını kaybetmemiş nice insan tanıyorum ki dillerinden sadece zehir akıyor.
Sonuç olarak, kendi sevindiğimiz,
üzüldüğümüz her olayda başka insanların da aynı derecede sevinip, üzülmesini
beklemek, istediğimiz gibi davranmıyorlar diye onları suçlamak, çok da doğru
değil gibi geliyor bana. Böyle bir beklenti, olsa olsa, karşı tarafı yapmacık bir
gösteriye zorlayabilir. Oysa, belli bir inancı ya da ideolojiyi yaymak için
sahnelenen yapay bir nefret ya da vicdan gösterisi ne kadar da mide
bulandırıcı. Elbette insan, başkalarına ait her acıyı, her mutluluğu içselleştiremeyebilir.
İçlerinde duymadıkları bir olay için, insanlardan zorla vicdanlı olmalarını
istemek çok da anlamlı değil. Ancak herhangi bir nedenle
özdeşleşemediğiniz bir kişiyi suçlamak, yargılamak, onun acılarıyla alay etmek,
sevinçlerini gölgelemek de anlaşılır gibi değil. Herkese biraz daha hoşgörü
çağrısında bulunmak ve kendi adımıza, başkalarının vicdanlarını gerçekleştirme biçimlerine saygı duyabilecek bir olgunluğa erişmek,
bugün her şeyden çok daha önemli sanırım.
Kaynakça:
2- Eco, Umberto (2011), Genç Bir Romancının İtirafları, (İstanbul, Kırmızı Kedi Yayınevi), Çev.İlknur Özdemir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder