Oscar Wilde, İletişim Yayınlarından çıkan “Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil”1 adlı kitabında gazeteciliğin topluma en
büyük yararını şöyle özetliyor: “Modern gazetecilik için söylenebilecek pek çok
olumlu şey var aslında. Eğitimsiz insanların görüşlerini yayınlayarak toplumun
cahil kesimiyle temas halinde olmamızı mümkün kılıyor gazetecilik.” Ahlakın,
bilimle sanattan çok daha aşağıda, entelektüel düzeyi düşük
alanlarda hüküm sürdüğünü söyleyen Wilde, gazeteciliğin de bu köhne ahlak
anlayışıyla bilimi, sanatı ve özgür düşünceyi baskı altına almaya çalıştığını
söylerken, gazeteciliğin varlık nedenini de bugün belki eskisinden daha da
geçerli olabilecek biçimde ortaya koyuyor: “Kitlelerin kalemin kaldırım
taşından daha güçlü olduğunu ve bir tuğla parçası olarak da kullanılabileceğini
keşfettikleri gün, yandığımız gündü. Hemen gazeteciyi bulup çıkardılar, onu
geliştirip yetiştirdiler ve kendi çalışkan ve iyi ücretli uşakları haline
getirdiler.”
Bugün, Türkiye’de tezgahtan
rastgele alacağınız herhangi bir gazeteyi okursanız, kendisine gazeteci denen
büyük bir çoğunluğun, bağlı olduğu güce uşaklık ettiğini kolaylıkla
görebilirsiniz. Elbette, iktidarı elinde tutanların gücüne biat eden
gazetecilerin çoğunlukta olması doğal, ancak çeşitli şirket, parti, vakıf,
ordu, silahlı gruplar ve cemaatlerin uşak-gazetecileri de azımsanmayacak kadar
çok. Bu gazetelerde olaylarla, sanatla, bilimle, eğitimle ilgili tek satır
doğru bilgi bulamazsınız. Bazı iyi niyetli haberciler, kokuşmuşluğa direnmeye çalışsalar
da ne yazık ki birbiriyle uşaklıkta yarışan patronun, başyazarın ve genel yayın
yönetmeninin baskısı altında çalışmak zorunda kalırlar. Wilde da makalesinde gazeteleri
kastederek “Başyazarın yazısının gerisinde önyargıdan, aptallıktan, dedikodudan
ve laf salatasından başka ne vardır?” diye soruyor. “Ve bu dördü yan
yana geldiler mi de, korkunç bir güç meydana getirirler ve yeni otoriteyi
oluştururlar. Eski günlerde insanları işkence tahtalarının üzerine gererlerdi.
Şimdi basın var. Kuşkusuz bu bir ilerleme.” Elbette kartvizitlerinde ya da ekrana çıktıklarında Oscar Wilde'ınkilerle değil, farklı sıfatlarla tanıtılırlar bize. Genellikle, dedikodu yapanlarına 'araştırmacı gazeteci', laf salatası yapanlarına 'dil cambazı', önyargılı olanlarına 'cumhuriyetin kalesi', 'ahlakın kulesi', aptal olanlarına ise sadece 'gazeteci' derler.
Edmund Burke, bundan yaklaşık 250 yıl önce, yasama, yürütme ve yargıdan sonraki dördüncü
erk olarak gazeteciliği göstermiş. Wilde
ise ilk üç erkin, gazeteciliğin baskısı altında giderek önemini yitirdiğini ve kendi döneminde, geçerli tek güç olarak gazeteciliğin kaldığını ileri sürüyor. Şimdilerde durum daha da kötü. Bugün gazete, televizyon ve sosyal medya
aracılığıyla halka servis edilen haberler, patronların uşaklarını ne kadar da
verimli ve işlevsel kullanabileceklerini gözler önüne sererken, gazeteciliğin gücü konusunda Oscar Wilde'ı haklı çıkarıyor.
Özel yaşamı dikizlemeye yönelik
habercilik anlayışının pespayeliğini ve sosyete gazetelerindeki eğlendirici
ucuz sütunları bir yana bırakırsak, asıl sorunun işini ciddiyetle yapan
gazeteciler olduğunu söylüyor Wilde:
“Asıl zararı dokunanlar, ciddi, düşünceli, mesleğine inanmış gazeteciler;
bunlar, halihazırda olduğu gibi, büyük bir devlet adamının, bir politik gücün
yaratıcısı, dolayısıyla büyük bir politik düşüncenin önderi olan birinin özel
yaşamındaki bir olayı, okur kitlesinin gözü önüne çekip getiriyor ve okur
kitlesini bu olayı tartışmaya, konu üzerinde otoritesini göstermeye, görüş
bildirmeye, sadece görüş bildirmekle de kalmayıp bunları fiiliyata geçirmeye
davet ediyor, söz konusu kişiye bütün diğer hususlarda akıl öğretmeye, partisine
akıl öğretmeye, ülkesine akıl öğretmeye, kısacası kendilerini gülünç, saldırgan
ve zararlı hale getirmeye teşvik ediyor.” Wilde
bir başka makalesinde entelektüel birikimden yoksun bu fikir yayıcıları şöyle
betimliyor: “Bir yemekte ömrünü kendini eğiterek geçirmiş biriyle tanışırsan
masadan ruhun zenginleşmiş olarak kalkarsın. Ama sevgili Ernest, ömrünü
başkalarını eğitmeye çalışarak geçiren bir adamın yanına oturmayagör! Ne kadar
korkunç bir deneyimdir böylesi’ Öldürücü bir huy olan fikir açıklamanın,
başkalarına düşüncelerini aktarmanın kaçınılmaz sonucu olan cehalet ne kadar
dehşet vericidir Bu tür bir yaratığın ne kadar sınırlı bir zekaya sahip olduğu
nasıl da ortaya çıkar! Böyle biri ne kadar sıkar bizi, üstelik kendini de. Sonu
gelmeyen tekrarlarıyla, marazi bir havada hiç durmadan kendini tekrar edişiyle
nasıl da bezdirir bizi! Entelektüel gelişmeden nasibini alamadığı nasıl da
anlaşılır! Hiç kıramadığı bir kısır döngüde nasıl da çırpınıp durur!” Gerçekten de Oscar Wilde'ın söylediği kadar sıkıcıdır bu kişiler.Bir de her gün içimizi sıktıkları yetmezmiş gibi emeklilik dönemlerinde "Falancalı Yıllar", "Filancalı Günler" gibi dedikodu kitapları yazarlar. Eğer sinirleriniz yeterince sağlamsa, bu kitaplardan bir tanesini okumanızı öneririm. Sadece Wilde'ın muhteşem dörtlüsü (önyargı, aptallık, dedikodu ve laf salatası) ile bir ömrün nasıl heba edilebileceğini gösterirler bize.
Wilde’ın sınırlı zekaya sahip olduğunu söylediği bu gazetecilerden
belki de en çok ülkemizde vardır. Gazetecilik eskiden biraz daha temizdi. Daha
doğrusu aynı derecede kirliydi de uşaklıklar bu kadar açıkça sergilenmiyor,
pazarlıklar şimdi olduğu gibi halkın önünde yapılmıyordu. Bugünlere nasıl
geldiğimizle ilgili küçük bir anekdot: 80’li yılların sonunda Asil Nadir pek
çok gazeteyi satın almış durumdaydı. Metin
Münir'in ‘Sabah Olayı’2 adlı kitabında
yazdığına göre, bir yemekte Erol Simavi,"Her şeyi alıyorsun, Hürriyet’i de alsana"
dediğinde Asil Nadir, "Alırım, benim çok param var" demişti. Simavi
tansiyonu yükseltti: "Sağda solda Hürriyeti alıp Simavi'nin ağzına
yapacağım diyormuşsun. Ver parayı, yap ağzıma o zaman." Ardından ayağa
kalkıp başını tavana doğru kaldırarak ağzını açmıştı. Masadakiler onu yine
sakinleştirdiler. Simavi, Özal'a döndü ve "Turgut Bey, aracılık et satayım
Hürriyet’i. Seçimler için sana para lazım. Yüzde 10 komisyonunu alırsın"
dedi.
Televizyonda hiç bilmediği bir konu hakkında uzun uzun konuşan haber sunucularına mutlaka siz de rastlamışsınızdır. Artık nasıl beceriyorlarsa, kendi sözleri bitince, aynı konu hakkında kendilerinden de az bilgili birini bulup uzman diye konuşturuyorlar. Ekrana çıkan kişi elbette, önceden onaylanmış birisi, asıl uzmanlığı ise kanallar ve patronlarla ilgili. Sözgelimi A TV’nin patronu petrol işindeyse onun çıkarına dokunmaması gerektiğini, B TV’nin patronu termik santral yapıyorsa onun kanalında iklim değişikliğinden söz etmemesi gerektiğini gayet iyi biliyor. İktidarı eleştirdiği anda bir telefon gelip, bir daha ekranların kendisine hiç açılmayacağının da farkında. Uzman için geriye en iyi bildiği seçenek kalıyor: Saçmalamak. İşin ilginç yanı, uzmanın suya sabuna dokunmadan konuşayım derken daha beter saçmalayacağını, izleyici de en başından beri biliyor. Ancak, izleyici bu düzenin değişeceğinden umudu olmadığı için, bu tezgahı bozup, kendi keyfini kaçırmak istemiyor. En gülünç olanı ise bunca zırvalamadan sonra, sunucunun falanca konuyu farklı görüşler ve uzmanlarla ele aldıklarını söyleyerek ekrana veda etmesi. Doğrusu, böylesi bir şarlatanlığa ancak şapka çıkartılır.
Bu televizyoncu-gazeteci kesimi,
bir yandan patronlarının yatlarında, özel uçaklarında tatil yaparken, bir
yandan uşaklıklarına bir takım felsefi, analizci havalar vererek, kendilerini ülke politikasına katkıda bulunuyormuş gibi
göstermek konusunda da çok becerikliler. Ne de olsa, biri iktidar sahibinin
eteğinin dibinde, biri ordudaki komutanların çizmelerinin gölgesinde biri de
patronunun ayağının altında sürdürüyor yaşamını. Arada bir sahte kavgalarla
birbirlerine dalaşsalar da çıkar kavgası olmadıkça gerçek anlamda birbirlerine
bulaşmıyorlar. Boyalı sayfaların ardında birer suç makinesine dönüştüklerinin
farkında değiller. İktidar, sermaye, güç odağı değişirse, elbette kısa süreli
bir şaşkınlık yaşayacaklar. Parası kesilip, iktidarı yitiren suç çetelerinin ömrü pek kısa olur. O zaman, bu gazeteciler için de avlanma zamanı gelmiş
demektir. O gün geldiğinde, bir yandan eski ortaklığa ihanet edip, ellerinde ne
var ne yok ortaya dökerken, bir yandan da uşaklık edecekleri yeni gücü aramaya
koyulacaklar. Yeni sahiplerini herkesten önce sezip, yanına yavaşça
yanaşacaklar. Öyle ince, öyle zarif pohpohlamalar, eleştiriyor gibi yaparken aslında
çiçek atmalar, sitem ederken methiyeler düzmeler.
Günü gelip de kendilerine
gösterilen uşaklık makamına yerleştiklerindeyse, acımasız tezgahları yeniden çalışmaya
başlayacak, mendillere kolonyalar serpilip, şaraplar açılacak, bıçaklar yeniden
bilenecek. Bıraktıkları yerden kara çalmaya, yalan söylemeye, hedef
göstermeye, ucuz ahlaklarını dağıtarak beş para etmez düşüncelerini yaymaya
devam edecekler.
2- Münir, Metin (1993), Sabah Olayı, (İstanbul, Altın Kitaplar)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder