Murat’ı ortaokul yıllarında tanıdım. Daha sonrasında, müziğe olan
ilgisi, aynı okulda okumamız (Mülkiye), bilim ve sanata olan merakı gibi bir
çok etken, bizleri yaklaştırdı. Üniversite bitince farklı yıllarda, art arda Ankara’dan
İstanbul’a taşındık. Aynı evde, yan yana kaldığımız dönemler de oldu, birbirimize
dargın kaldığımız günler de. Murat gitar çalmayı en çok sevdiğim kişilerin
başında gelirdi. Çünkü dinlerdi.
Eski bir dostu yitirmenin acısını bir yana koyup, size biraz Murat’tan
söz etmek istiyorum. Bu devirde pek rastlanmayan türden bir ayrık otuydu Murat.
Muhalif kişiliği öylesine belirgindi ki, üzerinde hiçbir etiket durmuyordu.
Emekçinin yanında olması sosyalizmi eleştirmesine, özgürlüklere olan inancı
demokrasiyi eleştirmesine, bağımsızlığa olan inancı cumhuriyetin eksiklerini eleştirmesine
engel olmuyordu. Asker çocuğu olmasına karşın, gerektiğinde askerlere en sert eleştirileri
yönlendirebiliyordu. Beğenileri, eleştirileri, düşünceleri kolayca belirlenip,
değiştirilebilen günümüz insanları ile kıyaslandığında, Murat tam anlamıyla bir
muhalifti.
Murat'ı tanıyanlar onun evrime olan inancını da bilir. Evrim Teorisi, ülkemizde en yanlış anlaşılan kavramlardan biridir. Evrim
tartışması her zaman, din kavramıyla bir arada yürütülür ve evrimin amacı yaratılışın
kaynağını ortaya çıkarmakmış gibi, aslında ilgisiz bir alana kaydırılır. Oysa
evrim teorisini içselleştirmiş kişi, bunlarla uğraşmaz. Dünyadaki bütün
canlıların akraba olduğunu, kendisinin de bu büyük ailenin parçası olduğunu
bilmek, insan ruhu için paha biçilmez değerde bir bilgidir. Hayvanlara,
ağaçlara, doğaya ve insana bakışınız değişir. Her gördüğünüz hayvanda bir
parçanızı bulursunuz, doğanın düzenini bozacak en küçük bir yapıya bile
ailenize yapılacak saldırı gibi bakmaya başlarsınız. Kendinizi diğer canlıların
üstünde görmeyi bırakırsınız. Bilirsiniz ki, dünyanın koşulları değiştiğinde, sizin
yaşayamayacağınız yeni koşullara adapte olabilecek bir denizanası sizden üstün
olacaktır. Ben evrimi Murat kadar doğru yorumlayan ve içselleştiren birine
henüz rastlamadım. Doğaya ve hayvanlara olan ilgisi abartısız ve içtendi. Yaşamını
doğanın içinde geçirmekten çok mutluydu.
Çok yönlü kişiliğinin içindeki bu iki nokta, benim gözümde belirgin
bir farklılık yaratıyordu. Eleştirel tavrındaki sivri dillilik ile doğa
sevgisindeki yumuşaklık bir şekilde uyumlu hale gelmişti Murat’ta. Başka birisi
söylediğinde kavga çıkaracak kişilerin Murat konuştuğunda, yüzlerinde bir
gülümsemeyle onu dinlediğine çok kereler tanık oldum. Beydağları’nda, bisiklet turunun
son gecesi ateş başında toplanmıştık. Herkes düşüncelerini söylüyordu. Murat’ın
konuşması her zamanki sakinliğindeydi. Aklıma bir cümlesi kazındı: ”Katılanlar,
bu turu hayatları boyunca unutmayacak.” Bunu neye dayanarak söyledi bilemiyorum
ama benim için öylesine doğru bir saptamaydı ki şaşırdım. Önündeki ateşin
yalazıyla aydınlanan yüzünde, her zamanki huzurlu ifade vardı.
Murat, hiçbir zaman hayallerini ertelemedi. Yaşamını kendi inandığı biçimde, en
sevdiği yerde, en sevdiği aracın üstünde noktaladı. Onu toprağa versek de ruhu,
Dalyan’da şarabını içip İztuzu’nda yüzmeye, Adrasan’da köpekleri sevip Beydağlarında
yokuşları tırmanmaya devam edecek.
Dostum Özgür Kıbrıs’ın Murat için bestelediği “Murat’ın Rüyası” adlı parça
ve öldüğü gün kaleme aldığı, hem bir yaşam özeti hem de manifesto gibi yazısı
ile noktalamak istiyorum.
Yaşamımıza kattığın renk ve her şey için sonsuz teşekkürler.
Yaşamımıza kattığın renk ve her şey için sonsuz teşekkürler.
"Üniversiteden mezun
olduğumda İstanbul'da yüksek katlı bir plazada işe başlamıştım. Kısa bir süre
dayanabildim o tempoya. Bir öğlen arasında yemek sonrası kravatımı çıkartıp
istifa mektubu yazdım ve ertesi gün Kaş'a gittim. Kendime gelmem bir ay sürdü
ve benim böyle bir ortamda çalışmamın mümkün olmadığını anladım.
Sonra, mesleğim ile hiç ilgisi
olmamasına rağmen inşaat sektörüne girdim. Açık alandaydık ve eski işime göre
çok daha özgür hissediyordum.
Çalıştığım firma, sahipleri
tarafından bir manipülasyon yapılarak batırıldı ve bu kendi işimizi kurmaya
sebep oldu. Ticaret hayatı içerisinde gördüğüm tek şey ahlaksızlıktı. Ticareti
küçük boyutta yapan insanlar (ki bu ülkenin çoğunluğunu oluştururlar) büyük
yiyicilerden arta kalanları kapmak adına birbirlerini yerler. Mide bulandırıcı
bir rekabet, ahlaksızlık, mesleğe ihanet, çalışanların sömürülmesi, mesleki
ilkesizlik ve okumuş ama niteliksiz tonla insan. Hayatları tek bir şeye
kanalize olmuştu bu insanların, 'Para'.
Çoğu üniversite mezunu olan bu
insanların çoğunun ne bir hobisi vardı ne de iş dışı bir merakları.
Aradan yıllar geçti ve ben
mesleğimi bırakıp İstanbul'a döndüm. Döndüğümde İstanbul ilk işe başladığım
plazaya dönüşmüştü. Tek ve dev bir plazadan oluşmuş yekpare bir yapıya
benziyordu. Boğulma tehlikesini atlatıp bu sefer Dalyan'a kaçtım.
Hayatı giderek basitleştirmenin
yollarını arıyorum. Araç kullanmamaya dikkat ediyorum. Telefonla çok zorunlu
olmadıkça konuşmuyorum. Televizyon hiç izlemiyorum. Sitelerden, AVM lerden ve
tatil köylerinden uzak duruyorum. Açık büfe yemek sapkınlıklarına uzaktan bile
bakmıyorum.
Hayatımdan stresi büyük ölçüde
attım.
Kendimi dinlemeye bolca zamanım
var. Para umurumda bile değil, geçinecek kadarı yeterli. Fazla sese, gürültüye,
kibirli ve budala insanlara, yüksek binalara, betona, beton kafalılara, hırslı
insanlara tahammülüm yok. Uzak duruyorum.
Zaman buldukça bisikletle doğa
gezileri yapıyorum Dalyan'da. Zamanım varsa bir tepenin üzerine çıkıp bir
ağacın gölgesinde bir kadeh şarap eşliğinde kitap okuyorum ya da müzik
dinliyorum.
Etrafa baktığımda görüntüyü
kesecek, alan derinliğini yok edecek hiç bir şey yok.
Buralar da bozulacak elbet. O
zaman ne yaparım bilmiyorum. Daha uzaklara kaçmak gerekecek belki.
Talihsiz bir çağın bireyleriyiz.
Gelecek de pek iç açıcı görünmüyor...
Tek bir endişem var o da oğlum
ve onun gelecekteki hayatı...” (06.11.2014)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder