26 Ağustos 2015 Çarşamba

Vicdan

Son günlerde yaşadığımız acılar, beni ‘vicdan’ kavramı üzerinde düşünmeye yöneltti. Bakıyorsunuz, çok vicdanlı gibi görünen bir kişi, başka bir olayda son derece acımasız olabiliyor. 'Kuzucuk'la başladığı cümleyi, ‘leş’le bitirebiliyor. İhalelerde gerçek değeri bulabilmek için ‘en düşük’ ve ‘en yüksek’ tekliflerin dışarıda bırakıldığı gibi, ben de bu yazıda abartılı sevgi ve nefret gösterilerini dışarıda bırakacağım, ikisi de bana hiç inandırıcı gelmiyor çünkü. Böyle bir başlık, belki ‘nefret’ duygusunun incelendiği farklı bir yazının konusu olabilir. Oysa ben, ‘vicdan’ üzerine yazarken, hepimiz için geçerli olabilecek durumları ele alacağım. 


Bu yazıyı yazarken ‘vicdan’ kavramı üzerine çok düşündüm, okları yapabildiğimce kendime de doğrulttum. O zaman gördüm ki, insan vicdanı her zaman adil biçimde çalışmıyor. Kişinin vicdanı bazen sağırlaşıyor, bazen de yalnızca tercihlerine uygun, görüş alanına girebilen ve özdeşleşebildiği şeylere karşı duyarlı olabiliyor. Elbette çabalayarak görüş alanımızı genişletmek, daha fazla durum ve kişiyle özdeşlik kurabilmek olası ancak bunun da bir sınırı var. Bugün geldiğim noktada -en azından tek başına- insan vicdanına güvenemeyeceğimiz görüşüne daha yakın olduğumu söyleyebilirim. Tek başına, vicdana güvenme konusundaki çekincelerimi dört maddede toplamak mümkün:
  1. Evrimsel süreçte, güçlü olmak/hayatta kalmak amacı çoğu zaman vicdan duygusuna galip geliyor. Asıl amacımız yaşamımızı sürdürebilmek olduğundan, bazen vicdan önlerde gibi görünse de, tam gereksinim olduğu zamanlarda geri plana düşebiliyor.
  2. Vicdanı yaratan ahlak kuralları toplumdan topluma değişiyor. Bir toplum için namus meselesi sayılabilecek bir davranışın, başka toplumda yapılmaması saygısızlık olarak görülebiliyor. Din, ahlak, aile ve toplumsal kuralların biçimlendirdiği vicdan duygusu da doğal olarak farklı dine, farklı coğrafyaya, farklı kültüre ait her toplumda farklı görünümlerle karşımıza çıkabiliyor. (Yanlış anlamayı önleyecek ufak bir ekleme yapmakta yarar var: Vicdanın toplumdan topluma farklılık göstermesini bir kusur değil, tam tersine dünyadaki kültürel zenginliğin bir parçası olarak görmek gerekir. Dolayısıyla yazıdan, farklı vicdan anlayışlarını tekleştirmek gibi bir ulu amaç çıkarılmamalı. Tam tersine farklı düşüncelerin, farklı sanat yapıtlarının, farklı çözüm yöntemlerinin ortaya çıkabilmesi için bu çeşitliliğin sürmesi gerekli. Bizimse en azından diğer toplumların ve diğer insanların vicdan ölçütlerinin bizim kendi ölçütlerimizden farklı olabileceğini gözardı etmememiz gerekiyor.)
  3. Vicdan duygusu, toplumdan topluma, kültürden kültüre, coğrafyadan coğrafyaya değiştiği gibi, insandan insana da değişiyor. Çünkü vicdan, iyi bir eğitim sistemi, anne sıcaklığı, sevgiye dayalı bir aile ortamı, doğaya yakınlık, dürüst haber alma kaynakları, saydam bir toplum ve güçlü bir adalet duygusu gerektiriyor. Doğuşta hepimiz vicdansızken, aile, toplum, okul bizi yavaş, yavaş işliyor. Kapitalist bir anlayışın yönettiği dünyamızdaysa ne yazık ki eğitimde, adalette, yaşam koşullarında bir eşitlikten söz etmek olanaksız. Aynı toplumda yaşasa da farklı ailelerde veya farklı okullarda yetişen çocuklar, birbirinden çok farklı vicdan gelişimine sahip olabiliyor.
  4. Egemen güçler, kendi etkileri altındaki medyanın olanaklarını kullanarak, insanların vicdanlarını kendi çıkarları için yönlendirebiliyor.
Şimdi vicdanın köklerine uzanabiliriz.

Vicdan’ın Kaynakları: Aile, Toplum, Okul
Vicdan, ilk olarak ailede filizlenen, daha sonra toplum içinde ve okulda kendini geliştiren, yenileyen bir duygu. Hans Zulliger’in “Çocuk Vicdanı ve Biz1 adlı kitabında yer alan çocuklar, yanlış bir şey yapmadan önce bir iç ses duyduklarından söz ediyorlar. Bu iç ses, kimi zaman anne, kimi zaman baba, kimi zaman dini bir kişi, kimi zaman doğrudan tanrı, kimi zaman da öğretmen olabiliyor. Çocuk, yaptığı yanlışın sonunda kimin kuralını çiğneyeceğini düşünürse, onun sesini duyuyor içinde. Başkasına ait bir eşya ise, bu ses ona “alma” diyor, kötü bir söz etmek üzereyse “söyleme” diyor. Çocuklar pek çok örnekte bu sesin aslında sahibinin de kendi düşünceleri olduğunun farkında olduklarını ancak kaynağının başkaları olduğunu da belirtiyorlar. Bazı çocuklarda ise bu iç ses ne yazık ki hiç olmuyor, yani çocukta istenen biçimde bir vicdan duygusu gelişmiyor. Çocukta vicdan duygusunun gelişmemesindeki ana etkenler: Çocuğun içinde bulunduğu elverişsiz koşullar ile anne, baba, öğretmenlerin yanlış tutumları. Çocuk, bir yandan örnek alacağı, bir yandan da saygı duyacağı büyüklere ve toplumca benimsenmiş, herkesin uyması gereken ilkelere sahip olmalı. Örneğin Zulliger, bebeklere her ağladığında meme verilmemesi gerektiğini, annenin bebeğine ancak belli aralarla meme verebileceğini öğretmesi gerektiğini savunuyor. Bekleyen bebek, annesinin durumunu dikkate almayı ve ona saygı duymayı da öğreniyor, her istediğinde ağlayarak memeye ulaşan bebek ise, bencil bir anlayışa sahip olarak başka kişilerin haklarına saygı duymayı öğrenemiyor. Bu durum çocukla toplum arasına, ileride başka canlıların isteklerini, duygularını anlamasına engel olacak, bencillikle örülü bir duvar inşa edebiliyor. Annenin memeyle ilgili kurallarına uyan bebekte zamanla empati, dayanışma, işbirliği, vicdan ve sevgi duyguları gelişirken, bencillik yaparak her istediğinde memeye ulaşan bebekte kibir, hırs, güç duyguları öne çıkıyor. Bencil bebekte gelişemeyen vicdan ve sevgi duygularının yaratacağı yoksunluk, zamanla nefret, öç alma gibi kötücül davranışların da önünü açabiliyor.

Anne-baba ile başlayan vicdan eğitimi, toplumun içinde ve en çok da okulda gelişimini sürdürüyor. Uzmanlar, hem aile içinde, hem de okulda verilecek eğitimde, çocuğu vicdanlı olmaya yönelten şeyin ceza olmaması gerektiğini söylüyor. Çünkü, çocuğa sevgiyle yaklaşılan durumlarda, ailesinin, arkadaşlarının, öğretmeninin ve toplumun kendisine duyduğu sevgiyi kaybetmemek için çocuğun, kendiliğinden vicdanını kullanmaya başlayacağı düşünülüyor.

Özdeşleşme
Eğer çok uzakta bir ülkede, aynı sizin çocuğunuza benzeyen bir çocuğun resmini gördüğünüzde gözleriniz parlıyorsa ya da babanıza benzeyen bir kişiye ait üzücü bir resim gördüğünüzde siz de üzülüyorsanız, bunun ana nedeni, resim aracılığıyla kurduğunuz özdeşlik duygusu. Ancak bu kavramın bir de dış kümesi olduğunu unutmamak gerekli. Ne yazık ki insan, özdeşlik kuramadığı canlılara karşı aynı duyguları göstermekte zorlanıyor.


Burada bir örnek vermek istiyorum. Avustralya’ya 200 yıl önce dışarıdan getirilen kediler, evrimin içinde gelişen bir ekosistemin parçası olmadıkları için, diğer coğrafyadaki akrabalarından çok daha rahat yaşama şansı bulmuşlar. Avustralya’nın doğasında kedileri avlayarak nüfuslarını dengede tutacak bir canlı olmaması ancak kedilerin avlayabileceği çok çeşitli türler olması, kedi sayısının milyonları bulmasına ve zaman içinde çok sayıda türün de kedilerce avlanarak yok edilmesine neden olmuş. Yajın zamanda Avustralya devleti yöneticileri, türlerin yok olmasını engellemek için ağırlığı 15 kiloyu bulan bu vahşi kedilerden iki milyon tanesini öldürmeye karar verdi. Elbette benim amacım, bu konuyu tartışmak değil. Avustralya devletinin bu kararı, Türkiye’de çok büyük yankı uyandırdı, karşı kampanyalar düzenlendi, hatta bazı hayvanseverler, Avustralya hükümetini soykırım suçlusu ilan etmeye kadar vardırdılar işi. İlk bakışta, bu duyarlılık sevindirici gibi görünüyorsa da aslında yanıltıcı bir yönü var. Ben ülkemizde, pek çok canlı türü yok edilirken bu türden bir kampanyaya rastlamamıştım. Bu tepkinin ana nedeni, tüm canlıların yaşama hakkı değil, evlerinde besledikleri kediler yoluyla, Avustralya’daki kedilerle özdeşlik kuran hayvanseverlerin vicdanı. Hayvansever demek de doğru değil aslında. Çünkü, 2006 yılında kuş gribi nedeniyle iki buçuk milyondan fazla kanatlı hayvan öldürüldüğünde, hayvanseverler bu tür kampanyalar düzenlememişti. Köpek besleyenlerin, köpek yiyen ülkeleri barbarlıkla suçlaması, ancak yol boylarındaki tabelalarda ya da yemek listelerindeki kuzulara ağızları sulanarak bakmaları da benzer bir özdeşlik kurma veya kuramama durumunu gösteriyor bizlere.


Kısaca toplamak gerekirse, kendi düşüncemize, giyim tarzımıza, yaşam biçimimize, konuşmamıza, şivemize yakın kişilerle kolayca özdeşlik kurabiliyorken, farklı renkte, dilde, dinde, coğrafyadaki kişilerle özdeşlik kurmakta zorlanıyoruz. Filistin’de ölen bir çocuk için İsrail devletinin yetkilileri terörist yakıştırması yaparak çocuğa kara çalarken, bizim yöneticilerimiz bu çocuğun acısını içlerinde hissedip hüngür hüngür ağlayabiliyor. Ancak bizim yöneticilerimiz de aynı yaşta ölen, sol görüşlü bir direnişçi çocuğa meydanlarda kara çalıp, silahsız bir çocuğu öldüren polisi yargıdan kaçırıp, kollamakta bir sakınca görmüyor. Buradaki sınırı yeniden anımsayalım: Özdeşlik kuramamak, acıyı hissedememek doğal karşılanabilir ancak savaşta bile nefret diline yer olmamalı.

Medyanın Vicdanlar Üzerindeki Gücü
Umberto Eco’nun ‘Genç Bir Romancının İtirafları2 adlı kitabında ele aldığı konulardan birisi de ‘kurmaca karakterler’dir. Eco, bu bölümde Anna Karenina’nın gerçek dünyada var olmayan kurmaca bir karakter olduğunu bilmemize karşın, okurlar olarak onun için üzülmemizin nedenini sorgular. Eco, burada Karenina’nın yaşadıklarının ötesinde, okurun durumunun da önem taşıdığını belirtir. Okurun, kurmaca karakterler ve yaşamlarıyla özdeşleşmesi durumunda, romandaki olayları kendi yaşamındaymışçasına gerçekçi biçimde hissedebileceğini hatta ağlayabileceğini söyler Eco. Okur, romanda yer alan kişilerin ve olayların gerçek olmadığını bildiği halde, bunu açığa vurmaz, kurmaca karakterlerin başına gelenlere gönüllü olarak inanmayı sürdürür. Vicdan konusunu düşünürken, Umberto Eco’nun yazdıklarından farklı bir çıkarımda bulunabileceğimi fark ettim. Gerçek olayları biz yaşamadığımız sürece bir anlatıcının kaleminden okuyor ya da onun dilinden öğreniyoruz. Peki, biz burada gerçekten olayın kendisini mi okuyoruz, yoksa anlatıcının yazdıklarını mı? Daha doğrusu şöyle sorayım: Bir saldırıda bir çocuk ölmüş olsun. Biz o çocuğa mı üzülüyoruz, yoksa anlatıcının çocukla ilgili anlattığı acıklı öyküye mi? Günümüzde bu tür olayları genellikle gazete, televizyon gibi kaynaklardan öğrendiğimizi düşünürsek, ikinci seçeneğin doğru olduğunu göreceğiz. Yani duygularımızı harekete geçiren etken olayın kendisi değil, anlatıcının ifadeleri. Peki anlatıcının her ayrı olayda  aynı ifadeleri kullandığını söyleyebilir miyiz? Ne yazık ki bu soruya ‘evet’ demek olası değil.

Bir saldırıda ölen çocuk gazetelerde tam sayfa “Küçük Büşra’nın Hayalleri Yarım Kaldı” diye yer alırken, başka bir yerde ölen aynı yaştaki çocuk ise adıyla yaşı bile anılmadan, haberdeki toplam ölü sayısının içinde geçebilir. Bir çocuk, annesinin kucağında, okul arkadaşlarının çiçeklerle donattığı boş masasında, dedesinin kucağındaki fotoğraflarıyla verilirken, diğerinin kendi çocuğunuz veya yeğeninizle özdeşleştirebileceğiniz küçücük bir fotoğrafını bile bulamazsınız. Onlarla ilgili olarak tek bildiğiniz şey, kuru bir polis açıklamasından ibarettir: Bombardımanda ölmüşlerdir, evleri çökünce altında kalmışlardır, tekneleriyle denizin ortasında kaybolmuşlardır. Eğer haberi yazan kişi sizin üzülmemeniz gerektiğini düşünüyorsa, kendinizi özdeşleştirmeyi bir yana bırakın, ölenlerle aranıza bir duvar örecek bilgileri bile serpiştirebilir. Ölenlere 'kaçak' der, 'kaçakçı' der. Ustaca seçilen bu türden sıfatların arasında, ölü bedenlerle hırsızlık, arsızlık, saldırganlık gibi kavramlar birbirine yaklaşır. Ölen çocuklar, neredeyse her zaman suçsuzdur, en az Büşra kadar afacan olmamaları için de hiçbir neden yoktur. Aslında suçsuz olabileceklerini siz de bilirsiniz ama içinizden üzülmek gelmez işte. Hayat böyledir ya hani: tekneler batar, göçmenler boğulur, bombalar gidip de onları bulur. Haberin renksiz, kuru dili sizi öyle etkisi altına alır ki artık habercinin kaleminden, nesnel, duygusuz bir gerçekçilikle görmeye başlarsınız her şeyi.

Yazıya, vicdanlardan, boyundan büyük sorunları çözmesi beklenmemeli diye başlamıştım ancak buradan, vicdanı önemsizleştirmek gibi bir sonuç çıkarmak da yanlış olur. Bozuk bir eğitim düzeni, çıkarları peşinde koşan insanlar ve manipülasyon amacıyla çalışan medya güçlerinin ulaşıp da bozamadığı vicdanlar da var. Küçükken bir terör saldırısında babasını yitiren bir arkadaşım var. Bugüne kadar ağzından herhangi bir nefret, ötekileştirme, intikam sözü duymadım. Yaşadığı acı, onu başkalarını da anlamaya, herkesi kucaklayacak bir barışa yöneltmiş. Oysa, yaşamı boyunca terörden hiçbir tanıdığını kaybetmemiş nice insan tanıyorum ki dillerinden sadece zehir akıyor.


Sonuç olarak, kendi sevindiğimiz, üzüldüğümüz her olayda başka insanların da aynı derecede sevinip, üzülmesini beklemek, istediğimiz gibi davranmıyorlar diye onları suçlamak, çok da doğru değil gibi geliyor bana. Böyle bir beklenti, olsa olsa, karşı tarafı yapmacık bir gösteriye zorlayabilir. Oysa, belli bir inancı ya da ideolojiyi yaymak için sahnelenen yapay bir nefret ya da vicdan gösterisi ne kadar da mide bulandırıcı. Elbette insan, başkalarına ait her acıyı, her mutluluğu içselleştiremeyebilir. İçlerinde duymadıkları bir olay için, insanlardan zorla vicdanlı olmalarını istemek çok da anlamlı değil. Ancak herhangi bir nedenle özdeşleşemediğiniz bir kişiyi suçlamak, yargılamak, onun acılarıyla alay etmek, sevinçlerini gölgelemek de anlaşılır gibi değil. Herkese biraz daha hoşgörü çağrısında bulunmak ve kendi adımıza, başkalarının vicdanlarını gerçekleştirme biçimlerine saygı duyabilecek bir olgunluğa erişmek, bugün her şeyden çok daha önemli sanırım.

Kaynakça:
1- Zulliger, Hans (2014), Çocuk Vicdanı ve Biz, (İstanbul, Cem Yayınevi) - İkinci Baskı, Çev.Kamuran Şipal
2- Eco, Umberto (2011), Genç Bir Romancının İtirafları, (İstanbul, Kırmızı Kedi Yayınevi), Çev.İlknur Özdemir

Hiç yorum yok: